Platon’un mağarası

Aydınlığa yolculuk

Karanlık bir mağarada zincirli kalmak, dışarıda gerçek bir yaşam olduğunu görememek…

Alıştık mı?

Bazı meseleler var.  O kadar   yaygındır ki kanıksarsınız.  O kadar  sık  karşınıza çıkar ki kanıksarsınız. Belki de unutmak, yok saymak istersiniz.  Bazı şeyler acıtır çünkü.  Keşke güzellikleri zarafeti, duyarlılığı da kanıksamış olsak…

Ama öyle olmuyor.  Öyle olsa içimiz ısınacak, daha canlı yaşayacağız hayatı, daha bir başka bakacağız yanıbaşımızdaki uzanan ellere, seslerini daha iyi duyacağız, birlikte rüyalara dalacağız, ışıldayan bir  geleceğin hayallerini kuracağız…

Ama yok. Buz gibi, taş gibi, kalıplaşmış duygularla, alışılmış,  öğrenilmiş, üzerinde düşünülmemiş robotik  benliğimizle programlanmış olarak bulunduğumuz yere yapışmak ve o bildik maskelerle dolaşmak daha kolay. Buna gelenek denir. Kültür denir. Bazen öğrenilmiş çaresizlik denir. O öğrenilmişliğin içinde yaşarken ve hiç dışına çıkmazken nerede durduğunuzu asla bilemezsiniz. Farklı bir şeyler olabileceğini ve farklı bir “ben”, farklı bir “biz” olabileceğini bilemezsiniz.

 İlle de çıkmanız lazım o mağaradan. 

 

Platon’un mağara alegorisi

Platon’un “Devlet” adlı kitabında eğitimin etkisi ve doğal halimizdeki yoksunluk anlatılır. Kitap erkek kardeşi Glaucon ve öğrencisi Sokrates arasında geçen diyaloglardan oluşur.

Bir mağara ve o mağarada çocukluklarından beri boş bir duvara dönük olarak zincirlenmiş bir topluluk vardır. Başka yerleri göremezler. Arkalarında bir ateş yanar ve ateşin önünden gelip geçen insanlarla objelerin görüntüleri bu boş duvara yansır. Aslında arada alçak bir duvar vardır ve insanların kendi gölgeleri değil, ellerindeki kuklalardır duvara yansıyan. Tutsaklar bu yansımalara çeşitli isimler verirler. Fakat gerçek insanları ve objeleri göremezler.

Sokrates filozofun mağarada serbest kalmış bir tutsak olduğunu ve gölgelerin gerçek olmadığını anladığını, üst gerçekliklerin peşine düştüğünü, fakat diğer tutsakların gerçeği umursamadıkları gibi, farklı bir yaşam olacağını hayal bile edemediklerini anlatır. Onların gerçeği mağaradaki zincirli karanlıktır.

Filozof o karanlık mağaradan kurtulabilecek düşünce yapısına ancak on yıllar içinde gelmiştir. Dışarı çıktığında gözleri kamaşır, önce çevreyi göremez. Sonra görüntüler yavaş yavaş, önce bulanık, sonra daha belirgin halde gelmeye başlar. Dışarıda yeni bir dünya vardır. Önce bu yeni dünyanın hayal olduğunu düşünür. Gerçek olduğunu söyleyenler vardır, ama onlara inanmaz. Alışık olduğu mağaraya dönmek çok daha kolaydır.

Filozof sonunda ışığa ve yeni dünyaya alıştıktan sonra mağaraya dönmek istemeyecektir. Zaten mağarada tutsak olan arkadaşlarına bu yeni gerçekliği anlatmak istediğinde içeridekiler ona inanacaklar mıdır? Kendi gerçekliklerinden ayrılarak bilmedikleri, gözlerini kör eden ışığa dayanabilecekler midir? Bir kez bu ışığa ve özgürlüğe alışınca tekrar mağaraya dönmek isteyecekler midir? 

Bir zaman sonra filozof içerdeki topluluğa dışarıda başka bir yaşam olduğunu anlatma isteği ve  heyecanıyla geri döner. Önce bir süreliğine içerideki karanlığa alışamayacaktır.  İçeridekiler ise dışarıya çıkmanın onu kör ettiğini ve zarar verdiğini düşünecektir. Bu nedenle tutsaklar dışarı çıkmaktan korkacak, hatta zorlarsa filozofu düşman bilecek, ona zarar verebileceklerdir. Böylece hep alışık oldukları karanlık ve tutsaklık daha rahat geldiği için dışarıya çıkmayı denemeyeceklerdir bile.

Fakat Platon’a göre, dışarı çıkıp gerçekliğe sahip olan kişiler yine de orada kalmamalı, mağaraya dönmeli, mağaradakileri aydınlatmalı, dışarıda olmanın ayrıcalıklarını ve zorluklarını anlatmalıdır.

 

Farkındalık

MÖ 500’lerde doğu’da uzak bir yerlerde bir düşünür, Konfiçyus, şu sözlerle özetliyordu yaşamın ve kişilerarası ilişkilerin özünü: 

 

Bilmediğini bilen cahildir, ona öğretin.

Bildiğini bilmeyen uykudadır, onu uyandırın.

Bildiğini bilen bilgedir, onun peşinden gidin.

Bilmediğini bilmeyen tehlikelidir. Ondan uzak durun.

 

Peki gerçek yaşamda çevremiz bilmediğini bilmeyenlerle doluysa? Birbirimizden korkarak, kaçarak mı yaşayacağız geride kalan zamanlarımızı? Yoksa öğretmenin ve öğrenmenin riskli adımlarını, özgürlüğün renklerini deneyimleyecek, güzel bir dünyaya yer değiştirecek; sanatın, düşüncenin, bilimin, estetiğin peşinden giderken bilmediğini bilenleri de peşimizden sürükleyerek çoğalacak mıyız?

 

Platon’un allegorisine dönersek, en iyi çözüm tutsakları zincirlerinden özgürleştirmek. Korkacaklar, gözleri kamaşacak, görmeyecekler, özgür olmayı başarabilenleri tehlikeli varsayacak, onları aşağıya çekmeye, yok etmeye, kendi yapay ve kuklalarla canlandırılan yaşamlarında, bu kuklaların birilerinin eliyle oynatıldığını ve kuklaların bile aslını değil de, yalnızca yansımalarını gördüklerini anlayamayacaklar.

Zaman geçecek. Kayıp, gerçekten uzak zamanlar geçecek.

Oysa özgürleşebilen bir kişi bile olsa… Mağaraya iki kişi dönmek var.

 

Füsun Uzunoğlu

15 Kasım 2021

Next
Next

Bir serginin ardından: “ve Kadın”