Bir masal şehir

 

Öğle tatillerinde o havuzun olduğu yere gider, tahta bir banka oturup uzakta görülen Dicle nehrini izler, sallara bakar, o insanların yaşamlarını hayal etmeye çalışırdım... Karpuz tarlalarını, nehirde kaybolup giden gelinleri, ‘nan he ye’ diye anlamadığım bir dilde konuşan insanları…

Çocukluğum. Bir tren yolculuğu. Ferda ve ben penceredeyiz. Raylarda, tünellerde, durulan şehirlerde bitmez tükenmez oyunlar bulan, yorgun, uykusuz ama meraklı iki çocuk.

-Diyarbakır’a gidiyoruz.

-Orası neresi anne?

-Uzak bir yer canım. Trene bineceğiz.

-Ne kadar uzak?

-İki gün sürüyor.

-???

Babamın İngiltere’den dönüşünden sonra sıkıntılı günler. İki yıl sürecek şark hizmeti. Önceki iki yıllık ayrılığın ve parasızlığın ardından, hep birlikte toplanıp gitmiştik.

‘Orası gelişmiş bir şehirmiş. Şarkın Paris’i diyorlar.’ 

Uzun bir yolculuk. Lokomotif seslerini ninni yaparak, trenin içinde koşuşturarak, burnumuzu pencerelere yapıştırarak, tünellere her girişte çığlıklar atarak gidiyorduk. Her yer bozkır. Uçsuz bucaksız çayırlar, kısa minareli küçük köyler, ekin peşinde köylüler, el sallayan köylü çocukları…

Sonra dereler, söğüt ağaçları, yine tüneller, tüneller, raylar, yorgun ve soluk yüzlü istasyon memurları, bavullarıyla peronlarda bekleyen başka yolcular…

Diyarbakır. Babamın bir öğretmen arkadaşının evi. Ailece evlerinin bir odasına sığışmıştık, tam dört kişi… Kendimize ev bulmamız sandığımızdan da uzun sürmüştü. Yetmezmiş gibi beni okula almamışlardı. Diyarbakır koleji müdürü, beni kabul etmemişti. Kadıköy Maarif Kolejini kazanan ilk kız öğrencilerden birini! İlk bir iki ayımı evde geçirmek zorunda kalmıştım. Müzik öğretmeni olan bu müdürü esmer teni, asık ve zayıf suratı, kahverengi takım elbisesi, söylettiği kötü ruhsuz şarkılar ve belki de şarkıları sevemediğim için bana verdiği vasat notlarla anımsarım.

Sonunda taşınmıştık. Şimdilik evi babamın yalnız yaşayan bir öğretmen arkadaşıyla paylaşıyorduk. Yaşlı, sarışın, kokoş bir hanım. Ufak tefek, ince, hoş ve bakımlı. Sanki babamda ve diğer birçok erkekte gözü varmış gibi, nazlı, içten pazarlıklı ve kaprisli bir kadındı Leman hanım. İngiltere’ye babam gibi burslu gitmişti. Annem her zamanki hanımefendiliğiyle, temiz kalbiyle ve duygusal zekâsıyla durumu idare ediyordu. Ona yaptığı yemeklerden ikram ediyor, işlerine yardım ediyordu. Neyse ki Leman hanım bir süre sonra ayrı bir eve çıktı, evin en büyük ve balkonlu odası da bize kaldı.

Artık daha rahat, daha mutluyduk. Ben bir yığın yazışmalardan sonra geç de olsa Diyarbakır Koleji’ne başladım. Sınıflarda hiç sevmediğim bir kitap okutuluyordu. Küçük, samanlı kâğıtlara basılmış Gatenby. Konuşulanlardan hiç bir şey anlamıyordum. Artık babamın bana öğrettiği İngilizce kelimeler yetmiyordu. Çok üzgün ve kırgındım. Bir ay sonra beni başka bir sınıfa aldılar ve Günay adlı, uzun boylu, esmer, kısa saçlı ve ‘çirkin’ bir kızla yan yana oturttular. Bu kadarına artık dayanamamış ve başlamıştım ağlamaya... Üstelik ‘çirkin’!!!

Günay’la sonradan çok iyi anlaştık. Yeni öğretmenlerim Mr. Ve Mrs. Auer da son derece tecrübeli bir çiftti ve bize kendi geliştirdikleri şematik yöntem ve fonetik alfabeyle çok sağlam bir dil eğitimi verdiler. Kara kuru, ufak tefek ve çirkin bir İngilizce hocamız daha vardı, o da mükemmel bir öğretmendi ve ben kısa sürede sınıfın en iyi iki öğrencisinden biri olmuştum.

Öğle tatillerimiz yakar topla, ip atlamayla, eğlence, heyecan ve renkle doluydu. Şampiyonalar bile düzenliyorduk. Arkadaşlarımın çok azı aklımda. Ama okuldaki havuzun başında verdiğimiz İngilizce temsili, ‘happy birthday to you’ şarkısını sınıfça söylediğimizi hatırlıyorum. Hayaller kurduğum o havuzun başında…

Diyarbakır tuhaf bir şehirdi. Kale içi ve kale dışı diye sanki ikiye ayrılmıştı. Memurlar, görevliler, okumuş kesim kale içinde oturur, şehrin diğer insanları kale dışında yaşardı. Kale dışında çokça Kürtçe konuşulurdu. Sanki hem fiziksel, hem sosyal ve ruhsal bir bölünmeydi bu. Kale içinde insanlar birbirleriyle dostluklar kurar, etkinlikler yaratırlardı. Şehre görevli gelen askerler de yabancıydı. Sabahları ‘enter’ dedikleri, yollarda durup öğrencileri ve yabancıları alan, nefti renkli askeri otobüslere binerdik. Askeri gazinoya da gidip oturur, hatta ara sıra düzenlenen gecelere katılırdık, şarkıcılara eşlik ederdik… Şehir kendine böyle bir yaşam kurmuştu işte. Belki bizim gibi gelip geçen insanlar yurdun uzak bir köşesinde kendilerini daha rahat hissedebilsin, belki güzel anılarla ayrılsın diye.

Babam, annem ve Ferda’yla birlikte, akşamları uzun yürüyüşlere çıkardık. Sıcak Diyarbakır gecelerinde en büyük eğlencelerimizden biriydi bu. Şeyhmus’un nefis sert dondurmasıyla dolu külahlar elimizde, yalanarak, güle oynaya, bahçeler içine kurulmuş iki üç katlı kâgir evlerin olduğu caddelerde yürürdük. Durmadan konuşur, koşar, ılık geceyi içimizde biriktirirdik. Geç saatlerde eve dönerdik.

Evde tuhaf bir av beklerdi bizi. Tavanlarda dolaşan, kızılımsı renkte kanatlı hamam böcekleri. Kocaman. Sanırım evi ilaçlayıp çıkardık gezmeye. Terliklerle kalan böcekleri öldürür, ölmüş olanları süpürür, sonra bilmem nasıl, rahatça uyurduk. Uyumamızın bir nedeni, belki de babamın masallarıydı.

Babam her gece masal anlatırdı bize. Padişahlar, vezirler, cinler, sihirli periler, cüceler... Bir türlü hatırlayıp da yazamadığım yüzlerce masal... Hep bir gün yazmayı istediğim, ama yazamadığım masallar... Uzaktaki şehir ışıklarını İstanbul’un, Boğaz’ın ışıklarına benzeterek avunup, hayaller kurup, dalıp gittiğim geceler, geceler...

Sokaklardan faytonlar geçerdi. Yaşlı ve yorgun atların çektiği faytonlarda elinde kırbaçla oturan, başı puşili, atkılı ve kat kat giyinmiş esmer tenli adamlar olurdu. Kırk derece sıcakta sarınıp sarmalanmış, küçük ince belli bardaklardan sıcak çaylar içen, mutlu ama yabancı adamlar. Sonra katır sürüleri geçerdi caddelerden. Zillerini çala çala, sere serpe, ardarda katırlar geçerdi. Ne ata, ne eşeğe benzeyen, boncuklarla ve zillerle süslenmiş bu hayvanları şaşkınlıkla izlerdim. İstanbul’da hiç katır sürüleri olmazdı. Acaba neden olmazdı?

Sonra bir gün, “kurbağa yağdı” dediler. Caddelerde, sokaklarda, bahçelerde, hatta okulun suyu kurumuş havuzunda zıp zıp zıplayan, yeşil yeşil kurbağalar. Bir Fellini filmi...

Biz küçük hoşluklar yaratarak şehri yaşamaya, şehirle bir olmaya çalışıyorduk. Diyarbakır ucuzdu. Aynı paraya iki misli ekmek alıyor, bol bol et, sebze, meyva yiyorduk. Kendimize buzdolabı, küçük mutfak eşyaları almıştık. Sonra Şeyhmus’un baklava ve burmaları, karpuzlar, kavunlar… Kavun çekirdeklerini güneşte kurutmayı öğrenmiştik. Balkondaki sedire kurulup etrafı seyrederken kavun çekirdeği çitlemeyi de.

Günlerden bir gün, yine balkonda çekirdek çitlerken bahçede oyun oynayan Ferda’yı gözden kaybettim. Annem biraz uzakta çamaşır asıyordu.

-Anne, Ferda nerde?

-Kızım, senin yanında değil miydi?

-Hayır, bahçede oynuyordu.

Annem çılgın gibi fırladı. Koşarak uzaklaşan birkaç çingene gördü. Sonra bir kapının ardında Ferda’nın titrek sesini duydu. Evin altındaki eski, karanlık tuvalette Ferda korkudan büzülmüş, ağlıyordu. Kendisine yaklaşmak isteyen çingenelerden kaçıp tuvalete saklanmıştı. Çingeneler kapıyı zorlamışlar, ama annem yetişince sıvışmışlardı. Gözyaşları, sarılmalar... Sarışın, beyaz tenli ‘Pamuk prenses’imize kavuşmuştuk.  “Seni çingenelerden almıştık zaten” diye kandırırdık hep onu. O da uzun bir süre bu masala inanmıştı.

Ara sıra şehrin çarşısına giderdik. Bizim kapalı çarşımız gibi bir çarşısı vardı. Benim anımsadığım yalnızca karanlık kubbeler, tavana kancalarla asılmış iri ve kanlı etler. Oradan çıkmak için can atardım.

Bir de sineması vardı. Dinar sineması. Bizim sinemalarımız gibi değildi. Bakımsız yırtık koltukları olan, eski, tozlu bir sinemaydı. Bir gece film izlemeye gitmiştik. Tedirgin bir şekilde arka koltuklara yerleşirken, kesif idrar kokuları yaktı burnumuzu. Filmi izleyemedik ve orada artık sinemaya gidemedik.

Günler günleri kovaladı, Ferda ilkokula başladı. Annemden ayrılmak istemiyor, sürekli ağlıyordu. Okulun ilk günü ben götürdüm. Çeke çeke. Hikâyeler anlattım, kaldırımlardan papatyalar topladım. Çok uzun ve zorlu bir yürüyüştü. İkimiz için de… Onu okula götürdüğüm için bir süre küstü bana. Aramız sonradan düzeldi ama abla olmak zordu.  Şimdi de kendisine kâğıt bebek çizmediğim için anneme şikâyet ediyor, öperken sıkıştırdığım için ağlıyordu. Tıpkı bebekliğindeki gibi...

Oyunlarla, dondurmalar ve tatlılarla, masallarla ve katır sürüleriyle zaman geçti. Yeni bir tren yolculuğu, İstanbul. Babamla bir yıl daha sürecek hasret...

Gözlerim havuzun sularından uzaktaki tepelere kaydı. Sisli, serin bir İstanbul günüydü… Oturduğum banktan yavaşça kalktım. Aklımda sis bulutları arasında dalıp gittiğim şehir ve çocukluğum…

Bir Fellini filmi…

 

S. Füsun  1 Aralık 2008

Previous
Previous

Beyaz gelinlik

Next
Next

Pencere