Beyaz gelinlik

jessica-favaro-1XU-MhXkwhc-unsplash.jpg

Sonra saçlarını omuzlarına saldı, sırları dökülmüş küçük aynadaki yüzüne baktı bir süre,  beyaz elbiseyi giydi, sedire uzandı, gözlerini kapadı.

 

Elif

Elif halsizdi, cansızdı. Elif bıkkın, isteksizdi… Şöyle bir baktı anası.

-Ne oldu hasta mısın?

-Yoo... Yok bişey.

-Hadi tut da kaldıralım şunu. Daha çok iş var.

- ...

-...

-Çay olmuştur ana.

-Tamam hadi gidelim.

Hızlı ve alışık hareketlerle peşkir serildi, üzerine siniler yerleşti, ekmekler bölündü, çaylar kondu ince belli bardaklara. Bağdaş kurup dinlenildi bir süre. Anne göz ucuyla süzüyordu Elifi.

“Kızlar da şimilerde pek huysuz oldular. Her şeye bilgiçlik taslıyolar. Bizim zamanımızda böyle miydi anam, büyüklerimiz ne derse o olurdu. Şöyle bi yan gözle baksak, öldürürlerdi alimallah. Anamızın bir kaş göz işareti bize yeterdi. Şuna bak. Günlerdir yüzünden düşen bin parça. Babası anlamasın diye uğraşıyorum, kızın umuru değil. Tutturmuş bu adama varmam diye...”

-Elif kız, akşam görücüye gelecekler. Böyle görmesinler seni, git biraz uyu da yüzüne renk gelsin. Bi tatsızlık olursa baban canımıza okur.

-İstemiyorum dedim ana. Gönlüm yok benim.

-Niye kız? Adamın malı mülkü var. Üstelik sana ayrı ev açıyor. Babanla anlaşmışlar zaten. Bitti bu iş.

-İstemiyorum ana.

-Ne bu halin kız? Büyüdün de bize kafa mı tutuyon? Gelinlik çağa geldin. Evde mi kalacan?

-Ben okuycam ana.

-Ne demek okuycam? Okuycan da başın göğe mi erecek? Yeni adetler çıkarma başımıza.

-Ben köyden gidecem ana.

-Nereye gidecen kız başına? Orospu mu olacan?

-Ben okuycam ana. Öğretmenim bana okul bulacak.

Ümitle annesinin gözlerine baktı Elif, ama annesi gözlerini kaçırdı. Anladı, başını öne eğdi.

-Baban öldürür seni. Dur bakalım bu akşam geçsin de babana kendin anlatırsın.

Şu öğretmen de dert olmuştu başlarına. Kızını ne idüğü belirsiz yerlere inin cinin arasına göndermeyecekti. Köydekilerin de eğlencesi olmayacaktı bu yaştan sonra. Bu kız kocasıyla arasını açacaktı bu inatla. Bir yanda kızı, bir yanda kocası...

-Bak kızım, kısmet ayağına geldi. Okul mokul boş şeyler bunlar. Bizim zamanımızda okul mu vardı...

Elif daldı gitti... Konuşmalar kulaklarında çınlıyordu. Nereden çıkmıştı bu görücü hikayesi... Elifin yılları vardı önünde. Okuyacaktı. Öğretmen olacaktı, köydeki çocuklara öğretecekti bildiklerini. Kadınlara yol açacaktı. Işık olacaktı. Erkekler ona saygı duyacak, fikrini soracak, köye gelen okumuş insanlarla onu konuşturacak, belki de şehirdekiler gibi bir sevdiği olacak ve onunla mutlu yaşayacaktı...

Ama nasıl yapacaktı bunları, bilmiyordu. Öğretmeni ona yardım edecekti. Sınava girecekti, kazanırsa devlet onu okutacaktı. Gülümsedii Elif. Öğretmeni az kişiye bahsetmişti bundan. Ama çalışmalıydı. Kitapları olmalı, gizli bir köşesi olmalıydı. Tarlada bahçede daha az çalışmalı, birazcık destek görmeliydi.  Annesi yetişemiyordu beş kişinin yemesi içmesi, çamaşırı, bulaşığına. Erkek kardeşleri kaygısızca koşup oynuyor, tüm işler Elif’den bekleniyordu. İşi zordu. Evlendiğinde evden bir boğaz eksilecekti ama anasının bir yardımcısı da gitmiş olacaktı.

Usulca kalktı, kapıyı arkasından kapattı, boş gözlerle avluya baktı. İncir ağacının altındaki iskemleye bıraktı kendini. Canı sıkkındı. Çaresizlik, yorgunluk, uykusuzluk, bıkkınlık içinde eline bir dal parçası aldı. Toprağa öylesine resimler çizmeye başladı. Dalgın gözlerinde bir ışık yanıp söndü.

Başka bir dünyaya gidecekti Elif.

Belki o dünyada özgür olacaktı, kendisi olacaktı. Kendi duyguları, kendi beyni, kendi elleri ayakları, kendi gülümsemesi olacaktı. Kalbi kendi istediği için, kendi seçtiği birisi için çarpacaktı. Çocuklarına kendi istediği adı koyacak, onları kendi seçtiği zamanlarda uyutacak ve kendi elleriyle yaptığı yemeklerle büyütecekti.  Sonra kocasının elini tutabilecekti belki, yanlarında kimse olmadan, büyüklere aldırmadan. İstediği entariyi rahat rahat giyinip salınıvercekti iki yanı ağaçlıklı yollarda. Kimse görmeyecekti. Kimse görmeyecekti...  Kadınlar kendi aralarında fısıldaşıp arkasından anlamlı anlamlı bakmayacaklardı. Kendisi olacaktı. Kim ne derse desindi

Aslında, bu yolculuğa çıkmayı çok uzun düşünmüştü. Çocuklukla genç kızlık arasına sıkışıp kaldığı o yaşlarda, çocuksu neşesiyle koşup oynarken, arkadaşlarıyla gülüşürken de hep bu vardı aklında. Herkes ne derse desindi. Sonra bir gün, uzaktan kendisine baktığını hissettiği iki göz vardı ya, bir anlığına arkasına döndüğünde yakaladığı, kıvılcımlar saçan bir çift göz…  Şöyle aşağıdan yukarıya kendisini süzdüğünü fark edip, gözlerini kaçırmıştı. Hemen işine dönmüş, ama o bir çift gözü aklından çıkaramıştı.

Konuşamamışlardı bir türlü, hep başkalarının yanındayken görmüştü o gözleri. El ele tutuşamamışlardı, hep uzaktaydılar. Gülümsemişlerdi bir kez birbirlerine, Elifin bebek yanakları pespembe olmuştu, o gözlerin sahibi de başını öne eğmişti. Gerisi gelmemişti. Aklından çıkaramamıştı. Başkası da olmamıştı.

Ağaç dalı bir kalp çizdi. Ortasından bir ok geçti. Üzerine E harfi yazıldı. Yanında başka harf yoktu. Başını kaldırıp göğe baktı Elif. Bulutlar hızlı hızlı geçiyordu. Pamuk gibi beyaz bulutlarla masmavi gökyüzünün karşıtlığına daldı Elif. Sonra kırlangıç sürüleri geçti çığlıklar atarak. Uzaktan bir ezan sesi geldi, at arabalarının koşum takımları ve nal sesleri, sokak kapısının açılıp kapanması...

-Kız Elif, git de su getir bana.

Babasının sesiyle irkildi. Hemen kalktı, içeriye gitti. Bir bardak suyla geldi. Babası ağzını şapırdatarak içti. Elinin tersiyle ağzını sildi. Güneşten kavrulmuş zayıf yüzündeki kısık gözleriyle baktı Elife. Soran bakışlardı bunlar. Ama aynı zamanda dediğim dedik bakışlar. İtiraz kabul etmeyen bakışlar.

-Akşam muhtarın kaynı da geliyo. Ona göre hazırlığınızı yapın. Beni zora sokmayın.

Elif bir şey söyleyemedi. Arkasını döndü, tekrar eve girdi. Yukarı kata çıktı. Çeyiz sandığını açtı. Beyaz bir giysi çıkardı sandıktan. Gelin beyazı. Çeyizindeki işlemelere baktı dalgın gözlerle. Kenarları oyalı, işlemeli örtüler, yazmalar, peçeteler, sabunluklar, yastık kılıfları... Bir iki çocukluk resmini buldu, örgülü saçları havada salınan, ellerini yana açmış, koşarken... Bir başkası da anne ve babasıyla bayramlıklarını giymiş fotoğrafçıda poz vermişken. Odaya baktı. Duvarlardaki açık mavi kireç rengine, tavanın ortasından sarkan lambaya, sedirlere dayanmış sert dikdörtgen yastıklara, tahta pencerelerdeki kısa perdelere ve aradan sızan gün ışığına... Kurmalı metal saatin tiktaklarını dinledi uzun uzun. Sonra saçlarını omuzlarına saldı, sırları dökülmüş küçük aynadaki yüzüne baktı bir süre,  beyaz elbiseyi giydi, sedire uzandı, gözlerini kapadı. Kendisine bakan kıvılcımlı gözler geçti düşünden, öğretmeninin kalem tutan zarif parmakları ve kendisine gülen yüzü, annesinin korkulu ve hüzünlü yüzü, kardeşlerinin gülen yüzleri ve incecik bacaklarıyla koşuşturmaları, sonra yine o kıvılcımlı gözler...

Güneş yüksekliğini kaybetmeye yüz tutmuş, pencereden gelen serinlik artmış, sokak lambaları yanmaya başlamıştı. Yavaşça kalkıp balkona çıktı Elif. Annesi aşağıda evi toplamakla uğraşıyordu. Sessizce, aceleyle. Balkondan aşağıya baktı. İncir ağacının altına çizdiği kalbi aradı gözleri. Dışarıdaki havayı içine çekti, karşı bahçedeki ağaçlara bir çift kumru konup tekrar havalandılar. Bir köpek havladı uzakta. Sonra kapının zilini duydu. Babası kapıyı açtı, kadınlı erkekli, ellerinde kurdelelere sarılı paketler olan bir grubu buyur etti. Gelenlere şöyle bir baktı Elif, ruhsuzca, umutsuzca, sıkıcı bir filmi izler gibi yabancılaşmış...

Kendini boşluğa bıraktı.

 

Doktorda

Adam boşluğa bakıyordu. Sessizdi. Kadının çaresiz gözleri adamın üzerindeydi. Adam kılığı kıyafeti eski,  yorgun, bacaklarını efendice yapıştırmış, eli kucağında, yaşamı üzerinde hiçbir kontrolü olmayan ve almayı - vermeyi  uzak bir gezegende olması gereken bi r şeymiş gibi algılayan sakinlikte oturuyordu koltukta. Sorularıma karısı hemen atılarak cevap veriyordu. Adam orada değildi, onu birileri bir şekilde karşıma getirip oturtmuştu.

Odadan çıktılar sonra. Anlatılanları yarım yamalak anlayan yüzlerce, binlerce, milyonlarca insana mutlaka anlamaları gereken ama kendi dünyaları ve algılarının çok dışında olan bir yığın kavramı, basite indirgemiş de olsam hap gibi tıkıştırmanın yorgunluğu ve bıktırıcılığından bir anlığına kopup kendime dönmek üzereyken, kapı aralandı. Kadın başını uzattı, ürkek gözleri gözlerimi aradı, yavaşça konuştu. “O kızını kaybetti de…”  “ ??  Başınız sağ olsun.”

Ne diyeceğimi fazla bilemeden, silkinip dikkatimi verdim. Kadın bir adım daha girdi içeriye. “Bir gözleri kaldı. Onları da kaybetmesin bari.”  Ölen kız onun kızı değildi sanki. O adamın kızıydı yalnızca. Yalnızca o adam o kızı seviyordu. Yalnızca adam onun kaybedilmesinden yıkılmış da kendini toparlayamamıştı. Kadın çocuklarına baktığı gibi adama da bakmak, onu toparlamak, ayrıca kendi yasını tutmayı bile erteleyip ayakta durabilmek zorundaydı.  Ölen onun kızı değildi sanki.

İçim acıyarak baktım. Kadının duyguları bile adam üzerinden aktarılıyor, ona malediliyor, sonra anlatılıyordu dışarıya. Kendi duyguları olmamasına, olsa da hiçe sayılmasına ne kadar alışkındı… “Kızını kaybetti” diyordu kadın. İçim acıyarak baktım.

Elif duyguları olsun istemişti. Birileri onu duysun istemişti. Sessiz çığlıkları içinde hapis kalmıştı, kimseler duyamadan sustular.

Elif kendi olmak istemişti yalnızca. Yalnızca kendi olmak.

 

 

Füsun Uzunoğlu

11-11-2012

Previous
Previous

Tomris Uyar’dan bir uyarlama

Next
Next

Bir masal şehir