Tomris Uyar’dan bir uyarlama

Hava kararıyordu. Akşamcılar yavaş yavaş masalara yerleşmeye başladılar, tanıdık selamlar alınmaya başlandı. Zamanıydı. Kalktım, omuzuna dokundum yavaşça. İçeriden bir şarkı duyuluyordu.

Hava kararıyordu. Akşamcılar yavaş yavaş masalara yerleşmeye başladılar, tanıdık selamlar alınmaya başlandı. Zamanıydı. Kalktım, omuzuna dokundum yavaşça. İçeriden bir şarkı duyuluyordu.

 

III

 

Ne yapıp yapıp bu işten paçayı sıyırmalıyım ama aklıma da bir şey gelmiyor yenge. Kıza iki sene yazmışsın, sanki aşıksın da ondan başkasını gözün görmüyor. Allahın garibanı üzülmesin demişsin. Bir sevgilin varmış gibi üstelik. Mektup yazmakla sevgili olur mu hiç yenge? Kızlar falan zaten etrafta dolanıyor, ben de genç adamım, beğeniyorlar demek ki. Allahın sakatına kaderimi bağlamak istemiyorum. Senin anlayacağın, nasıl yapsam da şu işi bitirsem diyorum. Ele güne karşı açık etmiyorum, fazla kimseye de açılamıyorum böyle böyle bir iş var başımda diye. Geceleri gözüme uyku girmediği oluyor ama nasıl işin içinden çıkarım bilemiyorum. Delikanlılık işte.

Bu işi daha fazla uzatmamaya karar verdim sonunda. Yavaş yavaş mektupların arasını açacaksın, askerlik de bitti, artık sen yoluna o yoluna. Biaz da etrafıma bakmak istiyorum. Kadın milleti adamı böyle parmağında oynatır işte. Bir kere trende görmüşsün, öpüşüp koklaşmamışsın bile, sanki yavuklusun. Kendimi mecbur hissettirdi kız, baksana. İnsan nasıl da safra alıyor farkına varmadan. Artık mektuplar da beni sıkmaya başlamış böyle düşünüdükçe. Daha kısa yazıyorum, daha az tatlı sözler söylüyorum, işte sorunlar varmış falan da canım sıkkınmış gibi uyduruyorum. Ama yazmayı da bir türlü kesemiyorum.

Kız sitem ediyor artık mektuplarında. Hatta başka birine mi kaptırdın gönlünü falan demeye başlıyor. Kör istemiş bir göz, Allah vermiş iki göz. Ben de bıyık altından gülüp, güya üzülmesin diye bir yandan “yok bir şey” diye yazarken, bir yandan da nasıl etsem de temelli bağları koparsam diye bakıyorum. Ama mektuplar daha devam ediyor.

Sonra yenge, bir gün yine bir köşede oturdum, mektup yazıyorum. Tepemde dikilip duran adamı görmemişim, döktürüyorum. Şöyle bir kafamı kaldırdım, kasketli, koyu lacivert giysili, şehirli olmadığı her halinden belli orta yaşta bir adam. Giysisinin kolları biraz çekmiş, gömleği buruşuk, ayakkabıları cilalanmış ama eski. Yüzü güneşten yanmış, zayıf, ufak tefek bir adam. Kelimeleri üstüne basa basa söylüyor, ağır ağır konuşuyor.

-Aydın derler birini arıyorum. Sen misin?

Şöyle bir baktım. Sessizce duruyordu orada.

-Hayrola ahbap, buyur otur şöyle. Neden aradın Aydın’ı?

-Hayırdır. Bir işimiz vardı onunla. Şöyle bir tanışıp konuşalım dedik, geldik.

-Anlat bakalım şu işi dayı, nerden gelirsin? Kimlerdensin?

Bizim köyden sandım yenge. Bizimkileri  görmemişim uzun zamandır. Böyle habersiz çıkıp gelecek kimse de aklıma da gelmedi o anda. Lafı dolandırmadan bir çay söyledim arkadaşlardan birine, oturttum adamı.

-Seni tanıyamadım ahbap. Gözüm ısırıyor bir yerden ama?

-Seni zor buldum. Amcandan aldım adreseyi. Buralar bize yabancı oğlum. Ama araya araya Bağdat bulunurmuş. Kırkağaç’tan selam getirdim sana.

İrkildim. Kırkağaç deyince, yüzüme bir gölge geldi, ama belli etmedim adama.

-Aleyküm selam dayı. Kimin selamını getirirsin? Oralara gitmişliğim yoktur benim.

-Bilirim oğul. Lakin seni duymuşluğum vardır. Bizim köyde bir kızımız vardır. Elime büyüdü. İki yıldır Aydın diye bir delikanlıyla mektuplaşıyormuş. “Evlenecektik ama son zamanlarda belli ki başka birine gönül vermiş. Mektupalarında bir soğukluk var. Arayı da açtı. Üstelik söz verdiği halde beni istemeye gelmedi,” diye ağlayıp durur. Gözyaşları ciğerimi yakmasaydı bu kadar yolu o Aydın denen adamı bulmak için gelmezdim. Şu işi bir anlayayım dedim oğul.

-Bu kızın anası babası yok mudur ki sen kalkıp buralara gelirsin dayı?

-Vardır elbet. Ama kıza çok eziyet ederler. Elin adamıyla gizli gizli mektuplaşıp namusumuzu lekeledin diye, yapmadıklarını bırakmazlar. Allahın sakatı, kalbi de melek gibidir.

Dayanamadım geldim. Daha fazla eziyet etmesinler zavallıya. Yok zaten niyetin de ciddi değilse, boşuna ümitlendirme garibanı. Orada zaten isteyeni var ama kız varmıyor. İstanbul’da bekleyenim var diyor. Kısmetine de mani olma. Ne de olsa yalnızlık Allah’a mahsus. Everelim gitsin.

Gözlerim yuvalarından fırlayacaktı yenge. Kulaklarıma inanamadım. Ama yine de adama açık açık nasıl söylerim benim zaten niyetim yoktu da iki sene bir türlü mektupları kesemedim diye?

Bende de suç vardı işin başından beri. Kız beni adeta kontroluna almış, hayır dememe fırsat vermemişti ki? Adresi elime tutuşturmuş, kırk yıldır tanışıyormuşuz gibi yazışmayı teklif etmiş, iki yıl da mektuplaşmıştı. Ben de, saklamaya ne gerek var, döktürmüştüm mektuplarda. Maniler, hikayeler, gelecek günlerimiz falan. Şu pembe hikayelerden. Üstelik Allahın garibinin başına gelenlerden de haberim yoktu. Hiç söz etmemişti bana isteyeninden, ana baba baskısından... Öyle ya, köylük yerdi orası. Nefes alsan duyulur. Kız herhalde beni üzmek istemedi de ondan söylemedi diye düşündüm yenge. İyi niyetliyiz güya...

Kırkağaç’tan gelen adama baktım, acıdım biraz da. Kalkıp buralara kadar gelmiş. Etrafına bakıyor, bana bakıyor, belli yabancılıyor. Lokantadakiler de garip garip bakıyorlar. Benim pek öyle gelenim gidenim olmaz. En iyisi dedim şunu alıp başka bir yere götüreyim. Hem kimseye de söz etmemişim, şimdi dikkat çekmesin. Bir şey yok der, geçiştiririm ilerde. Hem biraz sorayım olup biteni, ağzından laf alayım. Bir kızın sözüyle kalkıp oralardan gelmek akıl karı mı? Var bu işin içinde bir iş. Üstelik kız böyle bir akrabam var falan de demedi. Şimdiden bu kadar şey saklayan, maazallah evlenirsek, kimbilir neler yapar. Ama adam çok saf ve temiz birine benzediği için, pek de kızamıyorum.

Neyse, onu alıp dışarda bir çay bahçesine götürdüm. Yemek ısmarlamak da olurdu ama, bana mı sormuştu kalkıp gelirken? En iyisi lokantadan uzaklaşmaktı.

-Anlat bakalım dayı, dedim. Neymiş senin şu hikayenin aslı? Kolay kolay kalkıp gelinmez oralardan.

Çekingen gözlerle yüzüme baktı. Açık mavi gözlerinde hüzün vardı. Meraklandım.

Cebinden kırışık, ezilmiş bir zarf çıkardı. Sessizce uzattı. Mektubu aldım, kızın yazısıydı. Okumaya başladım. Beni ne kadar çok sevdiğini, benden ayrı olduğu için ve mektuplarım baş göz etmeye kalktığını yazıyordu. Annesiyle babası kuş uçurtmuyordu artık. Dünyası zindan olmuştu. Canına kıymayı düşünüyordu.

Adamın yüzüne baktım sessizce. Ne yapacağımı, ne diyeceğimi bilemeden. Şaşkındım.

-Güzel kızımın hayatı mahvoldu oğul. Ele güne rezil oldu. Bu işi temizlemek gerek. Öyle ya da böyle.

-İrkildim. Öyle ya da böyle ne demekti? Ne yapabilirdim ki ben? İstemediğim bir kızla gidip evlenmek mi? Elimi kana bulayıp hapse girmek mi? Ne yapabilirdim? Hayatımı öyle ya da böyle karartmadan ne yapabilirdim? Ya başkasının hayatı?

Oturdum kaldım. Bir şey söyleyemedim yenge. Adamın gözlerinde bir ipucu arıyordum ama adam sessizdi. Ben sessizdim. Bir süre öyle geçti. Sessizlik kurşun gibi ağırlaştı. O anda adam bildi benim kızı gönülden sahiplenmediğimi. Yavaşça kalktı yerinden, bir şey söylemeden arkasını döndü, gitti. Mektupla başbaşa bırakıp gitti beni.

Seslenmek istedim, ağzımdan kelimeler çıkmadı. Sanki bir kamyon vardı üstümde yenge. O iki senelik yazışmanın ağırlığını üzerimden atamadan, yeni bir yük binmişti üstüme.

 

IV

 

 

Burada anlatmayı kesti Aydın. Gözleri uzaklara dalıp gitti. Sanki ağlamak istiyor da kendini saklamaya çalışıyor gibiydi. Yıllar geçip gitmişti öylesine. Onu mektupla da olsa hiç kimse sevmemişti böyle. Mektupta o kızdan duyduğu tatlı sözleri, şehirli kızlardan duymayı çok istemişti Aydın. Ama yok. O da söyleyememişti kimseye “seni seviyorum” diye. Hayat insana nasıl da oyunlar oynuyordu. Nasıl kurtulurum diye düşünürken, o mektupları arıyordu şimdi. O yalan sıcaklığı, o mektubu yazarken kurduğu hayalleri, paylaştıkları rüyaları...İskambil kağıdından kurdukları pembe dünyayı düşünüyordu Aydın.

Aceleyle önümdeki masanın örtüsünü temizledi, önümdeki mumu yaktı, suyu tazeledi, sanki artık anlatmak istemiyordu, sanki on yıl birden yaşlanmıştı. Bir soluklanmak için dışarıya çıktı, dükkanın önüne. Hava kararıyordu. Akşamcılar yavaş yavaş masalara yerleşmeye başladılar, tanıdık selamlar alınmaya başlandı. Zamanıydı. Kalktım, omuzuna dokundum yavaşça. İçeriden bir şarkı duyuluyordu.

 

    “Meyhanelerde akşam olunca beni ara

      Bakma yağan yağmura, bakma esen rüzgara

      Kalbin bir kadeh gibi dolunca beni ara”...

 

Füsun 11-2-2009

(Yaz Suyu, Tomris Uyar’dan uyarlama )

Previous
Previous

Kontes’in ölümü

Next
Next

Beyaz gelinlik