Kontes’in ölümü

pure-julia-5os8VUXJPpM-unsplash.jpg
 

                                                                                                                 

5-8-2010 Çarşamba

Bu akşam başında bekleyeceğim. Yarın cansız bedenini belki bir torbaya koyup arabama binecek ve Tuzlaya doğru gideceğim. Hayvan mezarlığına. Belki bir iki çırpınacak, halsiz düşmüş bedeninden ince cansız bir ses çıkacak, belki kasılıp kalacak... Belki de uyuyacak ve sessizce geçip gidiverecek. Ama zor olacağı kesin. Ruhumun bir parçasını da götürecek, kesin. Olması gereken ve olacak olan bu.

Rüzgar hafiften esmeye başladı. Günlerce süren bunaltıcı sıcakların ardından balkonun seramiklerini biraz olsun serinletiyor. Onun adına seviniyorum. En azından bu geceyi rahat geçirecek. Günlerce tüylerini ıslatıp, serin yerlere taşıyıp, sularını, mamalarını değiştirip biraz olsun rahatlatmaya çalıştım onu. En sonunda kafesine koyup İlkay’a götürdüm. Hiç itiraz etmedi. Hali de yoktu zaten. Biraz mama tıkıştırdık, su verdik, konuştuk, ertesi gün kanı alınacak, rontgenleri çekilecekti...

***

Aslında hikaye tam 16.5 yıl önce başladı. 4 Nisan’da. Hani şu ekonomik kararların alındığı gün var ya, doğum günü oydu işte.

-Biri siyah, biri gri. Grisini ben kendime aldım, adını da “Melek hanım” koydum.

-Eh, o zaman siyah bana kalıyor. Olsun, ne yapalım.

Pek hoşnut olmasam da, tamam dedim. Emre’yle  bir kedi istiyorduk. Anası babası belli olan Pers ve Siyam karışımı minik bir yaratık vardı şimdi elimde. İki aylık. Tutmayı bile bilmiyordum.

Babası kocaman simsiyah, iri yeşil gözlü muhteşem bir kediydi. Kaplan. Annesi onun bir boy küçüğü. İki muhteşem Pers kedisi. Hayatım boyunca bu kadar iri, parlak simsiyah tüylü ve bu kadar güzel kediler ve bu kadar güzel yeşil gözler görmedim. Yavruları da mutlaka muhteşem yaratıklar olur, diye düşünmüştüm ufaklığa bakarken.

 -Bunu nasıl götüreceğim?

-Çantana koy götür işte. Bir şey olmaz.

Çantama koydum. O kadar küçüktü ki... İki aylıktı. Eve kadar sesi çıkmadı. Ara sıra kontrol ediyordum kimseye farkettirmeden. Eve geldiğimde çantamı açınca, baktım bir ıslaklık !

“Yaramaz! Şimdiden çiş yaptı!”

 Çantamdan çıkardım. Çiş falan yok. Çantamdaki su şişesi sızdırmış.

Kontes 16 yılda bir kez bile uygunsuz bir yere çiş yapmadı. Bir kez veterinere giderken korkudan, bir kez de yavruyken gök gürültülü ve şimşekli bir gecede. Bir çok insanın korkudan dolap içlerine saklandığı bir gecede... Başka yok.

-Bak Emre’cim, burada ne var.

-Tatlılığa bak... Ne kadar minicik bir şey bu böyle... Hadi isim koyalım.

-Tamam, adını sen koy...

-Nasıl bir isim olsa acaba...

-Bu bir hanımefendi. Ona uygun bir isim olsun. Kraliçe... Ece... Prenses...

-Kontes nasıl?

-Harika. Bu asil bir yaratık ve şık bir hanımefendi. Güzel siyah bir de kürkü var. Çok yakışır.

Bu asil hanımefendiye her gören başka bir isim taktı. Öyle ki, isimler ardarda dizilip İspanyol asilzadelerinin upuzun isimlerini solladı ve hatta Vampirella ya da Tırmık gibi duruma göre eklenenleri katmazsak, şöyle bir hal aldı: “Uyuz Arap Kontes Zilli Nesli”. Neden uyuz, neden zilli... tüm bunlar onu tanıma şansını yakalayanların o günkü ruh haline göre yakıştırdığı ve üzerine yapışıp kalmış tuhaf isimlerdi. “Neslihan Yargıcı” yı anımsatan kapkara giysisi, başına buyruk ve komik davranışları, korkaklığı, inatçılığı, her önüne geleni (ben dahil) tırmalaması ve et dışında her hangi bir şeyi asla yememesi...

Ama benim ona seslenmem hep aynıydı: “Kızım”  Öyle ki Kontes dediğimde bakmazdı bile. Zaten başına buyruk ve ehlikeyif bir yaratıktan başka türlüsünü kim beklerdi ki. Uzun yıllar uğraştıktan sonra bir kedi bakım kitabında okuduğum cümle kurtuluşum ve aklıma kazınan tek kanun oldu:

“Kediyi eğitemezsiniz!!!”.

Ve ben kediyi eğitmeye çalışmayı bıraktım. Kedi ne isterse onu yapar, siz de kendinizi ona göre ayarlarsınız. Hatta yaşamınızı ona göre kurarsınız...

Bir fıkra vardır:

Köpek demiş ki, bana yiyeceğimi veriyorlar. Demek ki onlar benim efendim.

Kedi demiş ki, bana yiyeceğimi veriyorlar. Demek ki ben onların efendisiyim.

Belki biraz abarttım ama Pers ve Siyam karışımı bir yavru kedi hayatımıza girdikten sonra, evet, artık yaşam aynı olmadı. Yaşamımın her parçasında, yaşamıma giren herkeste ondan bir anı vardı artık. Ona baktığımda yaşamıma giren herkesin sesi, gülüşü, birlikte yaşadıklarım vardı. Bu gece ...

Ne olur canım, dostum, can yoldaşım. Bu gece öl. Bu gece... seni daha fazla görmeyeyim. Böyle halsiz, incecik, taşlara yayılmış, hırıltılı nefesin, arada inlemelerin... beni gördüğünü hala incecik bir sesle anlatan, yardım edemediğim, çaresiz kaldığım... Bunu artık yaşamayalım. Huzur içinde evinde öl.

Elimi karnına koydum. Nefes alışlarını dinledim. Gözlerini açıp baktı. Kulakları zayıf yüzünde kocamandı. Artık karnını çevreleyen tüyler beyaz bir halka yapıyordu. Patisini elime aldım. Yumuşacık ve cansızdı. Bir süre elimde tuttum. Biraz sonra çekti patisini. Kanülü hala duruyor. Sargısında pembe-mavi kalpler var. Su içmeyecek, yemeyecek ve geçip gidecek. Gözyaşlarım ve hıçkırıklarım onu geri getirmeyecek.

Canım, tatlılar tatlısı, artık uyu. Gece üzmesin seni.

İlkay’la konuştuk. Hiç bir tedavi olamayacak. Karnında bir tümör var. Ameliyat masasında kalır. Karaciğer ve böbrekler dünden daha kötü. Kolundaki kanülü çıkarmadık. Gıda alamıyor. Bırakmak zorundayız.

“O şanslı bir kedi. Sizin gibi bir sahibi var. Zamanı geldi. Ağlamayın.”

“Bizim yaşımızla 100 küsür yıl. Sağlıklı yaşadı. Çok uzun bir süre bu.”

***

Bebek kontes evin her tarafında dolaşıyor. Televizyonların üzerinde, koltukların altında, dolapların içinde, girilebilecek her yerde. Koltukların, dolapların tepesinde, en çok da Emre’nin peşinde. Ben anne, o arkadaşı. “Ben büyüyünce bununla evlenicem”. Emre 13 yaşında. Kontes Emre’nin kucağında, karnının üzerinde, uyurken ayak ucunda... Biz Emre’yle konuşunca küser. Kıskanç yaratık! Odanın kapısına gelip miyavlar, çağırırız, poposunu dönüp gider. Protesto!

Ellerim tırmık içindeydi. O bebek, ben acemi, onu tutmayı ve huyunu öğrenene kadar tırmıklarla dolaşmıştım. Ellerim yaralı ve ilaçlı. Herkes soruyordu: kediniz mi var? Tırnaklarını kesmeyi öğrenene kadar bu sürdü gitti.

Sonra yalnız kaldık onunla. Emre başka eve taşındıktan sonra Kontes’in tek  dostu bendim. Başka herkesi tırmalayan ve kendini sevdirmeyen, kucakta durmayan, pek konuşkan da olmayan bir kediyi kim ne yapsın? Ama yabancılar konusunda çok büyük bir seçiciliği vardı. Bazı kişilerin yanına hiç çıkmaz, bazılarını şöyle bir sürünerek selamlardı. Kedi dostu olan ve olmayanı çok güzel ayırırdı. Benim için de insan kalitesi konusunda bir test aracıydı Kontes. Bazı alışveriş merkezlerinde kötü niyetli kişilerin ayırdedilmesinde kedilerin kullanıldığını biliyor muydunuz? İşte onun gibi. Kontes yaklaşıyorsa, o iyi bir insandır. Yine de kendini sevdirmekten hoşlanmazdı. Her an tehlikedeydiniz.

Beni çağırıyor. Gittim. Tüylerini okşadım. Minik çenesini avuçlarımda tuttum. Onu seyrettim biraz. İnlemeye devam etti. Ağzına enjektörle su sıktım. Pek hoşlanmasa da yuttu. Dostum. Ne kadar zor minicik bir yaratık karşısında çaresizlik... İnsan olsaydı rengi değişir, derisi kırışır, bir sürü bakım ister, yerinden kalkamaz... Burada doğduğu günden beri simsiyah kürküne sarınmış, yeşil gözleri hala parlak bakan, tüylü kalın kuyruğu inip kalkan, aynı yumuşak patileri avucumda bir yaratık var.

Patiler bir mucize gibi gelir bana. Müthiş ince, balık oltası gibi, yarı saydam, yaralayıcı aletler. Takıldığı yerden çıkarılması maharet isteyen, tüyler ve sert yastıkcıklar arasında saklı tırnaklar. Ama senin avucunda o tırnaklar çıkmaz. Yumuşacık kalır avucunda. İstese yaralar, yırtar, ama yapmaz. Elini dişlerinin arasında tutar ama ısırmaz. Canı yansa da ısırmaz. Çünkü seni sever. Senin canını yakmaz. Ne büyük nezaket, ne büyük duyarlılık, ne mükemmel bir içgüdü... Ancak oynarken kendini kaybettiğinde sakınman gerekir o tırnaklardan. İşte o zaman kaza kurbanı olman kaçınılmazdır. O zaman kedinin koca yırtıcı atalarını hatırlama zamanıdır.

***

Şimdi işte oracıkta yatıyor. Hala kumuna yapıyor kakasını. Aklı başında. Ama canı yanıyor. Yine beni çağırınca gidip, başını okşayıp, tüylerini sevip, biraz su vereceğim. Bu gece böyle geçecek.

100 yaşında bir insana bebek gibi davranmak olur mu ? Olur. O hiç büyümedi. Bir yaşında en büyük haliydi artık. Geri kalan zamanda bizim hiç büyümeyen çocuğumuzdu. Hep bebek konuşması duydu, hep sevildi, hep affedildi, hep... Şimdi yine bebek gibi konuşuyorum onunla. Tatlım, bi tanem. Güzeller güzeli kızım. Nasılmış bakalım benim kızım? Neler yapmış bütün gün? Mamasını yemiş mi? Yaramazlık mı yapmış?

Hiç büyümedi. İhtiyarlamadan, çirkinleşmeden, sevgisinden bir şey kaybetmeden, beni her gördüğünde kapıda karşılayarak yaşlandı. Zamanı geldi. Onun daha fazla acı çekmesini istemiyorum. Bu geceden sonra ondan ayrılacağım.

***

Üç günlüğüne Ankara’daydım, kongrede. Kapımı tırmalayarak ve ağlayarak yanıma geldi. Geceyi ayak ucumda geçirdi. Daha sonra ondan ayrıldığım her gece yanımda, ayak ucumda, yastığımın üzerinde yattı. Kara tüyleri temizlemekten yoruldum. Onu bebeklikten beri odamda yatırmadım. Çünkü Kontes şafakla birlikte uyanıp, ayaklarımı tırmalayıp, yastığımın tepesinde dolaşıp oyun oynamaya başlıyor ve uyutmuyordu. Perişan bir halde işe gitmek zorunda kalan ve sabah uykusuna doyamayan ben, çareyi ona kapıları kapamakta buldum. Ama ben evden uzak kaldığımda kural bozuluyor, Kontes yatağımın üzerine zıplıyor ve bütün gece orada kalıyordu. Sonra ben uyanınca usulca yataktan atlıyor, günlük tuvaletiyle ilgilenmeye gidiyordu. Sessiz beraberliğimiz böylece sürüp gidiyordu.

Bir yaşına geldiğinde, Kontes’in kızıştığı günlerde sessizlik bozulmuştu. Hem de ne bozulma ! Sabahlara kadar ağlayıp bağırıyor ve dışarıya çıkmak istiyordu. Hormon iğneleriyle başa çıkamayınca kısırlaştırdık. Çünkü bizim gerçeklerimizle kedinin gerçekleri bir noktada kesişmedi. Kontes iki kez evden kaçtı. Perişan vaziyette, üstü başı çamurlanmış, tüylerine dikenler saplanmış, geri döndü. Veterinere götürdük, yıkadık, havlulara sardık. Saç kurutma makinesinden korktuğu için elektrik sobasıyla kuruttuk. Sonunda kısırlaştırdık. Asistansa  girdim. Koca koca iğnelerle mukavvadan kalın derisine dikişler konuldu, rahim alındı... Pers kedilerinin iki yavru taşıyabilen rahmini gördüm ve sokaklarda bir şey becerememiş olduğunu öğrendim. Artık menapozlu bir ev kedim olmuştu. Doğaya ihanet etmiştik. Ama başka yolu yoktu. Kontes dışarıda yaşayamazdı. Yavrularla, çiftleştirmeyle ilgilenemezdik.

Sonra onu eve getirdim. Narkozun etkisiyle kendini oradan oraya atıyor, inliyordu. Halusinasyon görüyordu. Minik bedenini zor zaptediyordum. Bir kaç saat sonra kendini toparladı ve artık pencerenin önüne gelen ve karşı bahçede dolaşan kedilerle idare etmek zorunda kaldı.

Pencerenin önüne gelen çok güzel beyaz bir sokak kedisi vardı. Kontesin aynı, ama beyaz. O gelince Kontes de pencereye sıçrar, biri içeride diğeri dışarıda öylece oturur ve sessizce birbirlerine bakarlardı.  Bir film ve negatifi gibiydiler. Ne konuştuklarını, ne yaptıklarını hiç anlamadım. Bir gün sevgilileri bir araya getirmek istedim. Pencereyi araladım... Hırıltılar ve saldırgan sesler !!! Derhal pencereyi kapattım ve bir daha denemedim. Ama onların sessiz konuşması sürdü gitti. Ben de bu iki çok güzel siyah ve beyaz kediyi hayranlıkla izledim durdum.

***

Bütün gece yatak odamın penceresinin önündeki mermerde yattı. Arada uyanıp onu sevip tekrar yattım. Küçük bir iniltiyle cevap veriyordu her defasında. Ne tuhaf, duyguları anlayamamak, konuşamamak, sessizlikte paylaşmak...  Şimdi en gerekli olduğu zamanda yardım isteyememek...

Tırmık mukavvasının üzerine kedi nanesi serptim. Yanına kadar götürdüm. En azından başını sürmesini, patisini koymasını beklerdim. Mutsuz zamanlarındaki neşe kaynağıydı. Ona sarılır, taklalar atar, tırmalar, arada bir de bana bakardı, “Bak ne yapıyorum. Ne kadar mutluyum” der gibi. 4-5 gün öncesine kadar... Bu gün, mukavvayı sessizce yerine kaldırdım.

Başka hiç bir şeyi sevmemişti. Fare şeklinde sarılmış urganlar, ağaç kütükleri... Yalnız üst üste yapıştırılmış bu mukavvalar. Üzerine serpilmiş kedi nanesi. Koltuklarımı, sandalyelerimi saymıyorum elbette. Yakaladığımda, ŞŞŞŞT!!! dediğimde hemen kaçıp, ben gözümü başka yere çevirince tekrar başlardı.

Ama tırnaklarını sık sık keserdim. Ne de olsa sicili kötüydü. Lavabonun içine oturturdum, kaydığı için kaçamazdı. Ben de pembe tırnak etine gelmeyecek çekilde güzelce keserdim. Unuttuğumda tırmık izlerini taşımayı göze almış olurdum çünkü.

Tüylerinin taranması ayrı bir felaketti. O sıradaki kızgınlığı, saldırma eğilimi, elimi ısırmaya ve tırmalamaya kalkması... Sonra iş bitince öfkesini alamayıp arkamdan koşup patisiyle şaplak atması !!! En sinirlendiği şeydi taranmak. Özellikle kuyruğunun taranması. A canım, a güzelim, o uzun siyah tüylerini yalayıp yutup perişan olmaman içindi. Uzun tüylü kediler her gün taranır biliyorsun. Ben seni ayda bir tarayabiliyordum ancak. İnan ki koltukların üzerindeki, halılardaki tüyler umurumda değildi. Yıllarca “hairball” mamalar aldım sana, biliyorsun. Rahat ol diye...

Çimleri falan da yemezdi beğenip. Defalarca kedi çimi ektim, ona özel seramikten, üzerinde kıvrılmış mavi boncuklu bir kedi motifi olan bir saksı bile aldım. Asla çim yemedi. Dedim ya tuhaf, inatçı, zilli diye...

Bir gün artık bıçak kemiğe dayanmıştı. Bir - iki gün yoktum. Döndüğümde yeni yıkamış olduğum kanepe örtüsünün tam ortasında bir öbek kaka buldum. Hanımefendi’nin protestosu. Zaten yorgun, bezgin, laf anlamayan bu inatçı kediden de bıkkın, moralim bozuk bir durumdaydım. Koptum. Ona dışarıda bakmaya karar verdim. Kapının önüne mamasını suyunu sütünü koyacak ve birazcık rahatlayacaktım. Şaşkın bakışları arasında kapının önüne koydum Kontes’i. Bir iki gün ses çıkmadı. Sonra karşı komşum kapıyı tıkladı . Mamalarını başka kediler yemiş. Aç susuz kalmış. Ona süt ve mama vermiş. Ben evde olmadığım için görmüyordum elbette. Veterineri aradım, Ahmet’i aradım, olmayacaktı. Ev kedisi dışarıda yaşamazdı. Kendini savunamaz, rekabete giremez... Ölürdü. Onu aramaya çıktım. Önce bulamadım. Sonra alt kattaki merdivenin köşesinde bir bisikletin arkasına saklanmış, köşeye sığınmış, büzülmüş buldum. Kucakladığım gibi eve getirdim. Zayıflamış, korkmuş, tüyleri toz içinde, titreyerek yüzüme bakıyordu. Onu yıkadım, kuruttum, mamasını verdim. Kara kızım benim. Bir iki hafta sonra kusmaya ve zayıflamaya başladı. Ali geldi, pire kapmış. İlaçlarını yaptı, haplarını verdi, pireler yavaş yavaş geçti. Ama ben bir anlık öfkemin cezasını tüm bir bayram tatilinde evde pire temizleyerek ödedim.

Şimdi balkonda yatıyor. Mamasını yemek istemedi. Zorla verdiğimi de almadı. Enjektörle ağzına su sıktım. Hala kakasını kumuna yapıyor. Hala dengesi iyi. Nefes alıp veriyor, yanına gidince miyavlıyor... Kafam çok karışık. Ona bu ızdırabı çektirmeyi sürdürmeli miyim?

Dün Emre aradı. Ona anlattım. Gözyaşlarına boğuldu. Kirpi’sini hatırladı. Kontes’le geçen çocukluğunu hatırladı. “Ölünce bana mesaj yaz, arama anne.” dedi. Üç gün önce mama yemediğini, su içmediğini anlattığımda öleceğini hissetmiş. Bana “veterinere götür” demişti. Sıcaklardan perişan olmuş savunmasız bir yaratık belki serum ve gıda takviyesiyle ayağa kalkardı. Hikaye böyle başlamıştı. Üç gündür araba kullanırken, evde yalnızken, onu anlatırken ve severken ağlıyorum. Kafası avucumun içinde küçücük. Patileri halsiz. Zorla doğrulup pozisyon değiştiriyor. Kucağımda durmuyor. Sık sık nefes alıyor ve hiç dolaşmıyor. Yalnız ben yanına gidince ince bir initiyle ses veriyor. Güzel yeşil gözlü yaratık ...

Gece defalarca, her uyandığımda başını ellerimin arasına aldım, onu sarmaladım, öptüm, öptüm, öptüm... Alnını, gözlerini, patilerini . Hiç sesini çıkarmadı. Geceyi orada geçirdi. Pencere kenarında. Güneş bakalım ne getirecek.

6-8-2010 Perşembe

Sabaha çıkabildi. Balkona taşıdım onu.Tüylerini yıkadım, sildim, başını ve karnını okşadım, konuştum onunla. Ağzına enjektörle biraz su sıktım. Gözünü açıp bakıyor, bana miyavlıyor. Bir kaseye su koyup getirdim, günlerdir ilk kez içti. Yaşama bağlı işte. Onu bırakmamaya karar verdim. Minik bir kaşık mama koydum önüne, dışarıdaki bin türlü işimi halledebilmek için çıktım. Bir iki saat sonra geri geldiğimde kontes güneşli balkondan içeriye kaçmıştı.Yaşama tutunmasının bir belirtisiydi bu. Sepetine koydum ve İlkay’a götürdüm. Serum takılacak, ilaçları verilecek ve bu kaybedilene kadar sürecek. Ateşi düştü. Ama sarılık ilerliyor. Gözlerinde de hafifçe başladı.  Cildinde zaten daha önce başlamıştı.

Akşam onu aldım. Emre aradı, annem aradı. Daha iyi şimdi. En azından geçip gitmedi. Onu yine penceremin önüne koydum. Su içti. O kadar çok içti ki, korktum, suyu kenara çektim. Biraz balkona koydum, sonra yine pencerenin önüne. Canım. Güzel yaşlı hanımefendi. Benim yaşımı katladın. Çok acı çekmeni istemiyorum canım. Ama bırakamıyorum da seni. Akşam ağrı kesici konuldu serumuna. Yine bir yığın ilaçlar. Artık tahlil yapmıyoruz. Ateşi düştü. Ah şu sıcaklar da olmasa... Ev hiç esmiyor. Aşırı nem ve sıcak, buram buram terletiyor. Şuncağız için biraz ara verse sıcaklar ne olurdu... Ne olurdu serinlik olsa, biraz rüzgar olsa...

Yarın  yine İlkay’n yanına bırakacağım. Garibim.

6-8-2010, Cuma

Sabah kalktım, tuvalete götürdüm, girmesi çıkması bir oldu.  Sonra gidip balkonda her zaman yattığı köşeye yayıldı. Sargılı patisini düz uzatarak, yalpalayarak. Onu kucağıma aldım. Bacakları artık halsizdi. Anladım. Güzel gözlerine baktım, tüylerini sevdim sevdim, öptüm… Sanırım yarın artık gidici.

Onu sepetine koydum. İlkay’a bırakacağım, serumunu takıp beslemeye çalışacak.

Akşam döndüğümde İlkay’a soran gözlerle baktım. Daha kötü. Patisi şişmiş. Dolaşım bozukluğu başlamış. Yeşil gözlerini zor açıyor. Ağızdan mama ve su almıyor. Beni görünce miyavladı. Kucağıma gelmiyor. Çok ağrısı var. Onu böyle yaşatmaya hakkım yok. Düşünmem lazım.

İlkay beni onunla baş başa bıraktı. Patilerini tuttum, başını öptüm, güzel gözlerine baktım. Kararımı verdim. Canlıydı, nefes alıyordu ama daha fazla acı çekmemeliydi. Onu daha fazla yaşatmaya, ya da ilaçlarını kesmeye hakkım yoktu. Bir sokak kedisi gibi bir köşede ölmesine izin vermemiştim. Şimdi de Tanrı’yı oynamak gibi zor bir görev üstlenmek zorundaydım….

“Tamam” dedim İlkay’a. Kimliğimi verdim. Bana bir kağıt uzattı. İmzaladım. Derin bir anestezi verdi ona. Son dokunuşlarım ve öpüşlerim için yanına girdim sonra. Baş başa kaldık. Sevdim. Öptüm, konuştum. Anlamıyordu ama yine de konuştum onunla. Canım, bebeğim, güzel kızım… Allaha ısmarladık. Artık acı çekmeyeceksin. Sonra dışarıya çıktım. Ölürken görmek istemedim. İlkay onu sardı, buzlar koydu, yanıma aldım, arabaya. Bahçedeki ağacın yanına gömeceğim. Sepetiyle birlikte bahçeye koydum. Ağacın altına. Evde meditasyon yaptım. Üç tane mum yaktım onunu için. Evdeki tuvaletini, tırmık tahtasını alıp çıktım. Uzaklarda  bir yer aramaya başladım eşyalarını bırakmak için. Hipnotize olmuş gibiydim.

Mehmet geldi, gece yarısı kazmayla bir çukur açtı. Ağırlaşmış cansız bedenini yerleştirdik çukura. Mavi tasması boynundaydı. Sepetini uzak bir yere götürdüm, pembe bir gül kopardım, mezarının üzerine koydum. Orada her zaman ulaşılacak bir yerde, kendi evinde olacak. Huzur içinde yat canım. Tanrı’nın yanındasın. Ve benim yakınımdasın. Seni seviyorum.

7-8-2010

Bu sabah kontes yok. Penceremin kenarındaki kara gölge yok. Kumu, tırmık tahtası, mamaları yok. Saadet çanlarımın sesi onun boynundaki çıngırağı anımsatıyor. Her an oturduğum yere yaklaşıp, yerde kıvrılıp beni bekleyecek, her an yeşil gözleri masamda, vereceğim lokmayı bekleyecek, her an açık kapıdan süzülüverip dolaplardan birinin içine yerleşecek, dalmış uyurken tepeme sıçrayıp beni korkutacak… Ben evdeki her şeyi o varmış gibi bırakacağım, balığımı etimi yerken ona da bir parça ayıracağım… yanımdan geçen her kara gölge o sanki.

İçimde tuhaf bir huzur. Ona  karşı görevimi yaptım. Herkes  baş sağlığı diledi. Emre aradı. Herkes iyi yaşadı dedi. Herkes kaybettiği yakınını, kedisini, köpeğini paylaştı. Çok tuhaf bir his. Onu herkes biliyor. Hayatımın bir parçası, arkadaşım, kardeşim. Ustam dünyadaki tüm varlıklar senin kardeşin demişti bana… Onu hep öyle sevdim. Elini, ayağını, patilerini, gözlerini, burnunu öptüm. O da beni öptü. Kendi tarzında. Omuzumda artık daha uzun kalıyordu. Artık daha çok konuşuyordu benimle.

Son zamanlarda kucağıma aldığımda canı yanıyor gibiydi. O zaman alıp veterinere götürmüştüm. Tahliller, rontgenler, her şey çok sağlıklı çıkmıştı. Aradan üç buçuk ay geçti. Canım, bi tanem. Bizi kandırdın mı? İçten içe erirken bize hep iyi güzel sağlıklı yüzünü mü gösterdin? Artık yaşlandım, beni bırakın mı dedin?

Hep dalga geçerdim seninle, bu kadar yıl oldu hala konuşmayı öğrenemedin diye. Asıl ben senin dilini öğrenemedim canım. Özür dilerim senden. Sana mama verdim, sevdim, seni bir gün bile evinden ayırmadım, kendimce en iyisini yaptım senin için. Tatile çıkarken seni kimselere bırakmadım. Evini özlersin diye. Hep sana bakacak sevgi dolu insanlar buldum. Yine de geldiğimde bana küsmüş olurdun. Hemen gelmezdin kucağıma. Zor sevdirirdin kendini. Sonra da gelip yatağımın ucunda yatardın. Özlemin, kızgınlığın sessizdi.

Bir de o oturuşun vardı. Ayaklarını altına alıp, düzlerini büküp… Hanım teyze derdim sana. Ahmet de seni severken “hanımefendi nasılsınız? Eldivenlerinizi nerden aldınız­? Kürkünüzü nerden aldınız? “ diye seslenirdi. Sen bir hanımefendiydin, öyle ya.

Bir gün, sevgilim, sen omuzumda, iş yaparken seni balkondan aşağıya düşürmüştüm. Neye uğradığını şaşırmıştın. Korkudan faltaşı gibi açılmış gözlerin ve kocaman gözbebeklerinle, orada kaskatı olmuş bana bakıyor, miyavlıyordun. Çevreden bir sürü kedi geldi. Sen daha da korktun. Balkonda göz gözeydik. Emre, Emre diye seslenmekte buldum çareyi…

Emre duymamazlıktan geliyor. Bacağını incitmiş, pijamayla yatıyor. Söylenerek geldi, durumu görür görmez fırladı, ben kediyi göz hapsinde tutuyorum, etrafta öbür kediler, ortalık toz duman! Emre yetişti. Kontes’e uzandı. Kontes o kadar korkmuş ki Emre’den kaçıyor. Emre önde o arkada kovalamaca başlıyor. Bodrum katın parmaklıklarına yapışan bir Kontes, onu çekmeye uğraşan Emre, ne yapacağını bilmeyen kahrolmuş ve şaşırmış ben…

Sonunda Emre, cüssesinden beklenmeyen bir kuvvetle bodrum katın demirlerine yapışan Kontesi demirlerden koparmayı başardı. Eve gelir gelmez fırçamı yedim elbette!! Hemen küvete attık onu. Ağlamaktan farksız miyavlamalara aldırmadan iki kişi zorla yıkadık ve kuruttuk. Islak tüylerini yalayarak kuruttu, ancak uzun zaman sonra korkusu geçti. Kontes iki sene benim kucağımda balkona çıkmadı.

8-8-2010

Şu anda gecenin ikisi. Ben anılara gömülmüşüm. Bu akşamüstü Pendik fidanlığına gittim. Onu gömdüğümüz yerin üzerine dikmek için bir gül aldım. Yediveren. Katmerli açan, pembe-beyaz bir gül. Ona uyan saflık ve sevgiyi gösteriyor. Hep orada açsın istiyorum. Her gün geçerken sabah akşam o güle bakıp kah mutlu olup kah hüzünleneceğim. Kulaklarımda hala Mozart’ın psittachio’su, siyah tüylerini ve yeşil gözlerini getireceğim aklıma. Farklı anlatımlarla inip kalkan kalın tüylü kuyruğunu ve oturduğu yerden şöyle bir kafasını kaldırıp etrafı süzmesini…

Akşam Emre yine aradı. Ayrıntıları dinledi. Onun mezarının üzerine bir taş dikmemi istedi benden. Güzel bir taş bulacağım. Sonra Kirpiye bakmamı istedi. Bir emanet olarak onu alıp bakacağım. Tatilden sonra.

***

Canım bi tanem, güzeller güzelim, tatlı kızım benim. Artık benim yaşımı geçtin diye seninle şakalaşırken son günlerini bu kadar çabuk yaşayacağını, bu kadar çok kişiyi üzeceğini, böyle bırakıp gideceğini hiç düşünmemiştim. Senin yaşamına son vermek isteyeceğimi hiç düşünmemiştim. Ötenazi hakkını bu kadar sorgulamamıştım hiç. O hakkı isteyemeyecek kadar çaresiz kalacağını hiç düşünmemiştim…

Güzel kara kızım, tüylü kızım, bıyıklı kızım, kuyruklu kızım, yaratık… Sineklerin ve kuşların peşinden koşarken, uzaktaki kuşlar için çeneni titretip tuhaf sesler çıkarırken ne kadar gülerdik sana. Acımasızca oynadığın o örümcek için ne kadar garip duygulara kapılmıştık… Patinle üzerine vuruyor, sersemletiyor,  kendine gelip yürümeye başlayınca bir pati daha atıyor, zalimce oynuyordun. Sonra Emre’nin muhabbet kuşunun kafesinin dibinde gece karanlığında hazır bekleyişlerin, bizi görünce hemen toparlanıp kaçman…

Tiz seslere dayanamayıp  her şarkı söylediğimde beni taciz etmen… Artık istediğim kadar Münir Nureddin’den ya da operalardan söyleyebilirim. Ama seninle daha heyecanlı oluyordu. Sana muzurluk yapmanın ve oynamanın bir şekliyidi bu.

Yarın mezarının başına taş dikeceğim. Üzerine mutlaka güzel bir şeyler yazacağım. Sırrımızı kimse bilmeyecek. Ben her akşam balkonumdan sana bakacak, seninle konuşacak, sana öpücüklerimi ve sevgimi göndereceğim. Senin ruhun da istediği kadar kendi evinde dolaşacak. Güzel uğurum, doğa harikası duyarlı yaratık. Belki sıkıntılarımı, özlemlerimi seninle paylaşacağım. Belki gözlerimden birkaç damla yaş akarken görecek, sessizce üzüntümü paylaşacaksın. Sonra sen uzaklaşmak istediğinde artık aramızda öyle bir kozmik bağ olacak ki, yakınlarda olman gerekmeyecek bile…

 Ama şimdi, bu zamanda, sana yakın olma duygusu  ne kadar iyi geliyor biliyor musun Kontes?

Rahat uyu canım. Seni çok seviyorum.

 

9-8-2010

Canım, güzel kızım, bak, gülün yeni bir gonca verdi. O güle bakıp seninle konuşuyorum. O gülün başında sana dua ediyorum. Gizli gizli.  Göz yaşlarımı kimse görmeden.

Artık o gül sensin, sen o gülsün…

 

20-8-2010

S. Füsun

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Previous
Previous

Korku üzerine

Next
Next

Tomris Uyar’dan bir uyarlama