Korku üzerine

Medyanın, büyüklerimizin, toplumumuzun bize koyduğu sınırların içinde hapsolup kalmak. Bana olan, hepimize olan buydu. Korkuydu

Medyanın, büyüklerimizin, toplumumuzun bize koyduğu sınırların içinde hapsolup kalmak.

Bana olan, hepimize olan buydu. Korkuydu

 

Korku üzerine

Yaşamım hızlandırılmış bir küre, ya da uçan sandalyelerdeki gibi geçiyordu. Günlük işlerimi yürütürken, her gün bir başkası eklenen sorunları ortadan kaldırabilmek için yaratıcı çözümler bulmak durumundaydım. Çok sıkıldığımda Murphy’nin kurallarını kendi kendime tekrarlıyordum: “Ne kadar iş yaparsan yap bitmez” “Her zaman için yeni geçtiğin şerit daha yavaş akar” “ters gidebilecek her şey ters gider”. İşim insandı. İnsanlara yardım etmekti aslında. Onların sağlığına kavuşmasına yardım etmekti. Bu yardım çabası sırasında sizin ve onların egoları tartışmasız iç içe geçiyor, kendini kontrol çalışmasının bir versiyonu halini alıyordu.  Bu işi yoğun bir hastanede özel sektörde yapmak ise daha derinlerde gizli olan davranış kalıplarını, örselenmiş duyguları, kişinin duruşundan size bakışına kadar, kullandığı kelimelere kadar kişilik analizi yapıp kendi davranışınızı ona göre ortaya çıkarmayı, çatışmadan kaçmayı, stresten kaçmayı, hastalıktan kaçmayı… Sonuçta kendin olmaktan kaçmayı gerektiriyordu. Yalnızca birkaç hamle sonrasını düşündüğün bir satranç oyunu. 

Kişiliğimi o kadar çok başkalarının gereksinimlerini yerine getirmeye ve çatışma olmamasına göre konuşlandırıyordum ki, altta ezilen zavallı “ben” i göremiyordum. Size güvenmeyen, saygısızca konuşabilen, cahil olabilen, ya da diplomalı cahil olabilen insanlarla sorun çıkarmadan “başa çıkabilmek”, zaman zaman da onların terapisti olabilmek ve normalde terapist olmadığım için bunu asıl işimin yanında gönüllü olarak yapabilmek için gerçekten yoğun enerji harcıyordum. Ruhsal enerjimi ayakta tutabilmek için de enerji çalışması yapıyor, spiritüel ve psikolojik kitaplara dalıyordum. Aslında mesleğim okumayı ve yenilenmeyi de gerektirdiği için ayrıca yoğun zaman ayırmam gerekiyor, vermekte olduğum eğitimler, yazmakta olduğum yazılar, basın çalışmaları için ayakta kalmam gerekiyordu.

Tüm bunları yapabilmek için elbette “beden” dediğimiz içinde yaşadığımız o yuvayı korumak gerekiyordu. Bunları yapabilmek için hasta olmamak gerekiyordu. Hasta olmayacaktım. Hastalanmaktan korkuyordum. İşe gitmem gerekiyordu. Kendim, ailem, mesleğim için bir gün bile yatakta kalmadan, nezle grip olmadan, insanlar hastalıktan kırılırken en küçük bir zayıflık göstermeden sürdürmem gerekiyordu. Ben gülümsememi takınıp, spor-şık kıyafetlerimi üzerime giyinip, eye-liner’ımı sürüp sahaya çıkıyordum.

Yıllarca bu bana çok doğal göründü. Zaman o zamandı. Hayranlıkla izlediğim hastalarım gündüz bir işte çalışıyor, gece master yapıyor, kırmızı gözler ve tükenmişlik sendromuyla yaşıyorlardı. Sonunda ben de tükendim. Akşamları evde serilip yatıyor, anti-sosyal bir yaşam sürüyor, kendimi dinlediğimde böyle giderse ya tansiyon hastası ya da kanser olacağımı hissediyordum. Sonunda karar verdim. Çalışmak istemiyordum. Sözleşmem bittiğinde genel müdürle görüştüm ve benimle çalışmak istiyorlarsa dört ay ara vermek istediğimi söyledim. Çözüm geldi. Günde 10 saati bulan çalışma saatlerim azaltıldı, cumartesilerim yarıya indi, bir günüm zaten boştu, hastalarımdan uzaklaşmamış olacaktım. Bunun için hala minnet doluyum. Çözüm odaklı bir yöneticim olduğu için şanslıyım. Aslında çalışma arkadaşlarımdan çok yoğun sevgi ve saygı akışı da alıyordum. Beni ayakta tutan en önemli hazineydi bu.

Az çalışmaya başladığım dönemde kendime dönme fırsatı yakaladım. Kendimi iyi hissettiğim, mutlu olduğum, “yaşadığımı” hissettiğim günlere döndüm. Gözlerimin önüne doğa geliyordu. Yağmurda yıkanan ben, rüzgarda üşüyen, sıcak altında kavrulan, buz gibi soğukta titreyen ben… Uçsuz bucaksız bir ormanda, bir sahilde yürüyen, zamanla kısıtlanmamış, temiz havayı içine çeken, çevresi sevdiği, olumlu enerjiler saçan insanlarla dolu olan ben…

Bu düşünceler beynimde dolaşırken, kalbimde bir acı hissediyordum. Tüm bunları kendime yasakladığım için. Yaşamayı kendime yasakladığım için. Kendimi bu kadar korumaya aldığım için. Bunu anlamış olmak yaşamımda neyi değiştirdi? Kendimle kurduğum bağı güçlendirdi. Daha derinde olan benle bir diyalog başlattı. Meslek değiştirebilmek ve yaşamımla ilgili başka planlar yapmak için beni hızlandırdı. O konuda kitaplar okumaya, daha çok düşünmeye başladım ve işimden ayrıldım. Daha farklı bir çalışma ortamına ve daha yavaş bir çalışmaya geçtim. Bir süre dinlendim, birikmiş işlerimi hallettim, evde ve yaşamımda Feng-Şui yaptım, hatta bunlar annemle babamın yaşamına da uzandı. Kendime verdikçe başkalarına da daha fazla verebileceğimi gördüm. İş baskısını çok büyük zorlukla üzerimden attım. 36 yıl sürdürmüş olduğum bir meslekten kendimi soyutlamak aslında zor, çünkü çevremdeki insanlara bir doktor olarak yardımcı olabilmem gerekiyor. Beni arayanlara o dönem içinde yardım edememek ve hatta bazılarını başka arkadaşlarıma yönlendirmek zor oldu. Oysa ben tanıştığım insanlara mesleğimi söylemeyi sona bırakan bir insandım. Doktor olmayan beni tanımaları benim için çok önemliydi. Resimle uğraşan beni tanıdıkları zaman hastalarımın bana duyduğu saygının ne kadar arttığını ve beni ne kadar “insan” olarak gördüklerini gözlerindeki ışıltıdan, yüzlerindeki gülümsemeden anlıyordum. Bu bana çok büyük bir mutluluk veriyordu.

Tekrar düşündüğümde, çalışmayı sürdürebilmek için kendimi nasıl bir cam fanusun içine kapattığımı görüyorum. Orada ısı hep aynıdır. Hastalanma riski yoktur. Hava soğuksa ve aşırı sıcaksa dışarıya çıkılmaz. Sabah kalkmak gerektiği için ve 8 saat uyumak gerektiği için saatler önemlidir. Evde alarm vardır, araba kullanırken riskli sürücülere yaklaşılmaz, şu kadar birikmiş para olması lazımdır, çalışamadığım zamanlar için yedekte bulunmalıdır, dizlerimdeki sorunu zorlamamak için koşmamam, dirsek kırığı geçirdiğim için tenis oynamamam, yere dökülen suya basıp kayabileceğim için onu hemen silmem, kol çantamı arabamın arka koltuğuna koymamam, belli saatlerde yemek yemem, kemik erimesi geçirmemek için şu hapları almam gereklidir. Bağışıklık sistemimi bozacağı için stresle başa çıkmam gereklidir. Onun için sorunlardan kaçmam, “ne kokar ne bulaşır” tarzında ilişkilerin içinde olmam, örseleneceğim için derin ilişkiler kurmamam, birlikte olacağım kişiyi toplumun onaylayacağı, benim eğitim ve kültür seviyeme yakın birileri arasından seçmem gereklidir. Aşık olmak tehlikelidir, kavga etmek tehlikelidir, risk almak tehlikelidir, risk almak tehlikelidir, tehlikelidir…

Korku ! Bunun obsesiflik ve sağlıklı yaşam arasındaki dengesini kurabilmek zaten kolay değil. Sonuç olarak yaşantımı ince sınırlarla ayarlanmış çizgiler arasına hapsetmek ve yıllarca böyle uykuda yaşamak. Yaşamayıp aslında uykuda olmak. Medyanın, büyüklerimizin, toplumumuzun bize koyduğu sınırların içinde hapsolup kalmak. Bana olan, hepimize olan buydu. Korkuydu. Bunu aşabilmek, fark yaratabilmek çok az sayıdaki kişiye özgüydü.

Oysa hepimizin içinde büyük yaratıcının bir parçası var. Asıl amacımız o parçaya ulaşmak. O parçayı bulabilmek için önce “ne” olduğunu bırakmakla başlamalı. Sahip olmak değil, “sadece olmak”. Üzerindeki etiketi söküp atabilmeli. Deliliğe, sıradışılığa, sınırsızlığa, yaşamaya yelken açabilmeli. Kim olduğuna doğru, esas “ben” e doğru yola çıkabilmeli. Bu uzun ve zorlu bir yolculuk.  Ama bildiğimizden başka bir yolculuk da olduğunun farkına varmak ve bu yolculuğun tüm engellerini, acılarını, sevinçlerini yaşamak, cesaretle başlamak ve ne olacağını görmek. Yaşam daha güzel olmaz mı? Bir macera, öğrenmek, yenilik, gelişmek, güçlenmek, kalbini ve beynini açmak… Güzel olmaz mıydı?

Sonra bir gün Osho’yu aldım elime. “Korku - Yaşamın güvensizliklerini anlamak ve kabul etmek” Tüm bu düşüncelerimin formüle edilmiş şekliydi. Korkumu bana gösteriyordu. Aynaya bakıyordum. Ama korkunun öbür ucunu da gösteriyordu. Biri varsa diğeri olmuyordu. O diğeri sevgiydi. Korkunun olduğu yerde olmayan sevgi. Kendimizden başlayan, rengarenk ışıklarla dışarıya yayılan, başkalarına ulaşan sevgi. Yaralanabilen, azalabilen, çoğalabilen, ama canlı olan, içimizde olan, bizde olmadan veremeyeceğimiz sevgi. Mevlana’nın çağrısını barındıran sevgi. ”Gene gel, gene. Ne olursan ol. Umutsuzluk kapısı değil bu kapı. Nasılsan öyle gel”.

Bu nasılsan öyle olma halini önce kendimizin anlaması gerekli. O kadar çok maskelerle dolaşıyor, o kadar kurallar koyuyor, o kadar imajımızla yaşıyoruz ki, aslında kim olduğumuzu hiç düşünmüyoruz. Osho’ya göre: “korku yalnızca yüzeyde bir dalgadır.  Seni hep yüzeyde tutacaktır. Hiçbir gücü yoktur. Doğuran, yaratıcı olan, güzelliği, şiiri, neşeyi, mutluluğu getiren sevgidir. Ama korku buna izin vermez. Egonun gölgesidir korku. Çünkü ölebilirsin, sevdiğini kaybedebilirsin, içindeki ve dışındaki güzelliklerle bağlantı kurabilirsin. Güzelliklerle bağlantı kurmak senin içeriye bakmana neden olur. Orada sevmeyeceğin bir şeyler olabilir. İncinebilirsin. Onun için içeriye bakmamalısın. Sonra belki içeride bir şey bulamayabilirsin de. Onun için en iyisi dışarıya bakmaya devam etmelisin. İçerdeki ego aslında yalandır, onun için de çok kırılgandır. İçeri bakmadığın zaman onu ayakta tutabilirsin. Aslında içine dönüp içsel gökyüzüne ulaşırsan orada ayı, yıldızları, güneşi göreceksin”.

Sonra dışarıya baktığında artık güzellikleri göreceksin. Korku olmayacak. Sevgi olacak yalnızca. Doğan Cüceloğlu  “Korku Kültürü”nde bizi anlatıyor. Oğlunun karıncaları izlerken ne kadar mutlu olduğunu zerre kadar duyumsamadan ona bir şeyler buyuran baba. İlgisiz, sevgisiz büyüyen çocuk. Günün birinde bir makama geldiğinde altında çalışanlara o da emirler yağdıracak. Böylece büyük olduğunu gösterecek. Onları işten çıkarmakla korkutacak, arkadaşlarının içinde aşağılayacak. Kamyon şöförü küçük bir arabayı zor durumda bırakacak. Kendisi güçlü çünkü. Eşitlik olmayacak. Tanrının gözünde eşit olunacak ama toplumda eşit olunmayacak. Kim güçlüyse zayıfı ezecek, görgü öyle. Profesör asistanına fırsat tanımayacak, çünkü asistan yükselirse kendisine tehdit oluşturur. Kaynana ezildi, oğlu evlendiğinde ezme sırası ona gelecek. Anne kızını korumayacak çünkü kocasından korkacak. Bunlar nesiller boyu sürecek. Hayatlar sönecek, zamanlar geçecek, insanlar kaybedecek.

Einstein’ın bir sözü: “Yaşadığınız problemleri, o problemleri yaratırken sahip olduğunuz bilgi düzeyiyle çözemezsiniz”. Böyle bir toplumda yaşarken, işte tam da bu toplumda yaşarken daha önemli içimize dönmek. Korkuyu değil sevgiyi ortaya çıkarmak. Yanlışları düzeltmek. Kendimizden başlamak. “Huzur olsun ve benimle başlasın” diyebilmek. Şimdi daha önemli. Daha zor, ama kolay olanı yapmayacağız. Döngünün farkında olacağız. Döngüyü kıracağız. Korkuyla değil, sevgiyle kıracağız. Affederek, yükselerek, unutarak, akarak, içimizdeki kalıntıları yıkayarak kıracağız. Zihnimizde iki düşünce aynı anda yer alamaz. İyi olanı tutacağız. Baktığımız yerde güzelliği seçeceğiz.

“İki kişi aynı yere bakar. Biri yerdeki çamuru görür, diğeri gökteki yıldızları.” Biz yıldızları göreceğiz. Beynimizi eğiteceğiz, ışık saçacağız ve ilerleyeceğiz. Anavatanımızdaki karmanın döngüsünü kırabilmek için farkında olacağız. Görevliyiz ve yapacağız.

Sevgiyle

Dr. Füsun Uzunoğlu 03/07/2015

Not:  Ruh ve Madde’de yayınlandı.

Previous
Previous

Konu Ev

Next
Next

Kontes’in ölümü