Pencere

anne-nygard-lrj7xeJlcb4-unsplash.jpg
 

Sıcak. Gecenin saat on ikisi. Yazmam gerekiyor ama her şey sanki kilitlendi. Yüzümü yıkıyorum, tavandaki pervanenin altına doğru yürüyorum. Klimalara karşı direnmenin çok da akıllıca olmadığını düşünüyorum. Sonra bir buzlu cin toniğe de artık fazla direnmemeye karar vererek mutfağa gidiyorum. Kendi kendime söyleniyorum.

   —Sıcak havalarda alkol almak sakıncalı.

   —Ne yapalım? Her şeyden soyutlanacak mıyız? Onu yeme, bunu içme! Pes artık.

   —Zırvalama! Sonuçta kiloların ve bozulmuş şeker metabolizmanla bedel ödeyeceksin.

   —Tamam tamam anladık!

   İçimdeki iki benle, söylenmeye devam ederek, elimde cin-toniğim, pencereye doğru gidiyorum. Gökyüzünü, yıldızları, diğer evlerin yanan ışıklarını seyretmek ve her bir pencerenin ardında yazılmaya, bilinmeye değer bir başka öykü olduğu düşüncesine takılmak en keyifli anlardan biri benim için. Elimdeki buzlu-limonlu cin tonikten bir yudum alıyorum. Evet. Kuralları yıkmaya değdi. Bir yudum daha…

 

   Pencerelerde dolaşan gözlerim, benim gibi avare bir figüre takılıyor. Karşıdaki gökdelenin pencerelerinden birinde, kımıldamadan dışarıya bakan bir adam. Hafifçe yan dönmüş, heykel gibi duruyor. Düzgün ve kaslı yapısı, yaşamla bağlarının hiç de zayıf olmadığını düşündürüyor. Boyu uzunca, üzerinde koyu renk bir boxer var. Aralanmış perdelerden, açık renk abajurun yaydığı yumuşak ışık ve arka plandaki boş, açık renk duvarlar seçiliyor. Sağ tarafta pencereye yakın yumuşak koltuğun ve  abajurun durduğu sehpanın dışında fazla mobilya yok. Bina o kadar yakın ki, loş da olsa içi rahatlıkla görülebiliyor.

   Gizlice adamı izliyorum. Kırklı yaşlarda olabilir. Döşeme stilindeki sadelik ve adamın kımıldamadan duruşu bana çekici geliyor. Cin toniğimi yudumlarken, içimden bu pencere için bir hikaye planlıyorum.

 

    ***

    Adam sıkıldı. Ani bir hareketle pencerenin bitişiğindeki koltuğa bıraktı kendini. Bacak bacak üzerine atarak hemen yanındaki sehpaya uzandı. Eline aldığı bir derginin sayfalarını ilgisizce çevirmeye başladı, aklı başka bir yerdeymiş gibi… Bir ara kalktı, evin başka bir odasına geçti. Kapalı olan diğer pencerenin perdesine, hızla geçen gölgesi yansıdı. Oyun bitti diye düşündüm, tam yerime dönmeye hazırlanırken, tekrar geldi. Elinde bir bardakla. Cin tonik mi? Öyle varsayalım. Buzlu bir cin tonik bu geceye ve havaya yakışır doğrusu.

    Adam tekrar dergilere daldı. Bu kez ilgisini çeken bir yazı buldu sanırım, artık sayfaları gelişigüzel çevirmiyor. Cin toniğimi yudumlayarak izlemeye devam ediyorum. Adam sıkıldı, saatine bakıyor. Kalkıp odada dolaştı, yeniden koltuğa ilişti. Kımıldamadan uzaklara bakıyor ve ayağını sinirli sinirli sallıyor. Birden yandaki sehpaya uzandı. Cep telefonunu aldı, sanırım bir numara çevirecekti, vazgeçti. Telefonu sehpanın üzerine bıraktı, odanın diğer köşesine gitti, elinde bir puroyla döndü. Düşünmeye devam ettim. “Seçkin zevkleri var. Gece yarısı yapayalnız ve düşünceli. Esrarengiz bir adam.”

    ***

    Adam purosu elinde, pencerenin yanına geldi. Derin bir nefes çekti. Odanın loş ışığında puronun ucundaki küçük kor kızıllık yanıp söndü. Yavaşça arkasına döndü, bardağına uzandı. Bir elinde cin tonik diye kurguladığım bardak, diğerinde purosu, pencereden bakmaya devam etti. ”Acaba benim baktığım pencere onun bulunduğu yerden seçiliyor mu” diye düşündüm, hafifçe geri çekildim. Adamın beni göreceği yoktu. Kendi hesaplaşması içindeydi. Dalgın dalgın purosunu içmeyi sürdürdü. Kor kızıl nokta bir yanıp bir sönüyordu. Sonra elindeki bardağa şöyle bir bakıp kenara koydu. Sanırım cin tonik bitmişti.

   Tekrar içki koymadı adam. Elinde bir uzaktan kumanda vardı şimdi. Belki klima, belki müzik...

 

    ***

    Adamın cep telefonu çalıyor. Kumandayı aceleyle sehpanın üzerine bırakıp cep telefonunu alıyor. Yeniden koltuğa yerleşiyor. Uzun bir konuşmanın hazırlığında gibi, kendine rahat bir pozisyon ayarlıyor. Mimikleri seçilmese de, sakin bir konuşma bu. Şimdi ayağa kalktı. Elinde cep telefonu, pencereye yaklaştı. Konuşurken uzaklara dalıyor. Ara sıra önüne bakıyor, dolaşıp yeniden pencerenin önüne geliyor. Uzun, ağdalı bir görüşme...

   Telefon elinde, adam yeniden koltuğa oturuyor. Bu kez, konuşmaktan çok dinliyor. Dergilerin üzerine gelişi güzel atılmış puro kutusundan, yeni bir puro çıkarıp yakıyor. Konuşurken boş gözlerle duvarları, dışarıyı, purosunun ucundaki kızıllığı seyrediyor.

   ***

   Cin toniğime bir buz daha koymak için pencereden uzaklaşıyorum. Havadaki nem ve sıcakla iyice gevşemiş ve gözkapaklarım ağırlaşmış olarak yazı masama doğru gidiyorum. Olmayacak. Gidip yatmak da şu anda çok sıkıcı geliyor bana. En iyisi başka bir işle uğraşmak. Televizyonda kanal değiştiriyorum, her şey çok sıradan ve sıkıcı. Bir müzik kanalı ayarlıyorum radyodan. En hafif ve yavaş müziği bulunca, orada kalıyorum. En küçük bir uyarana tahammülüm yok.  Penceredeki adam bir mıknatıs gibi çekiyor beni yeniden. Adını, yaşını, kim olduğunu, hatta yüz hatlarını bilmediğim, mimiklerini göremediğim bu adam, beni çekiyor. Bana bir şarkıyı anımsatıyor. “Adam”.

   “Korlar mı adam seni yanıma, seni bana yar ederler mi”…

   Müthiş güzel bir kliple görüntülenen aykırı bir şarkı. Görünüp kaybolan bir adama aşık olan bir kadının şarkısı. Aklım klipte, adamı arıyor gözlerim. Uzaktaki odanın ışığı hala yanıyor.

 

   ***

 

   Adam pencerenin önüne geldi. Hala telefonda. Belki eski bir sevgili, belki gizemli bir iş… Çözümsüz... El kol hareketleri arttı. O sakin ve kendinden emin duruş gitti. Sinirli sinirli ayakta dolaşıyor. Bir yere bakıyor, bir yukarıya, bir camdan dışarı, telefon elinde. O da ne! Adam bağırıyor. Yüzünün karşısında tuttuğu telefona doğru bağırıyor ve telefonu fırlatıp atıyor! Öfkeyle yine yan odaya doğru geçiyor ve yine perdeden gölgesi görülüyor. Elinde yeni bir bardakla dönüyor. Telefonu attığı yöne doğru bakıyor rahatsız bir hareketle. Kalkıp yeniden telefonu alıyor. Susmayan telefonu. Adam sabırsız. Bu kez daha sakin bir tonda konuştuğunu anlıyorum. Bir elinde telefon, diğerinde içki bardağı, konuşuyor, konuşuyor. Bir tehdit? Acılı bir haber? Konuşma bitti sanırım. Adam telefonu bu kez usulca yanındaki sehpaya koyuyor. Bir süre hareketsiz kalıyor. Başını ellerinin arasına alıyor. Dalıp gidiyor. Çaresizlik… Ne o? Gözyaşları mı? Gözlerini siliyor ellerinin tersiyle. Bir süre böyle geçiyor. Bu gece uykusuz bir gece olacak gibi...

   ***

   Bir erkeğin umutsuzluğu beni hep duygulandırır. O gözyaşları her zaman akmaz çünkü. Onlar ancak yalnızken, ancak çaresizliğini göstermekten korkmadığı birinin yanında akar. Ya da hiç akmaz.

   Duygularıma dalmışken, gözüm yine pencereye kayıyor. Adam yavaşça kalkıyor yerinden. Düşünceli, odayı turluyor. Bir çözüm arıyor belli. Sonra telefona uzanıyor. Mesaj yazıyor sanırım. Bekliyor. Bir numara tuşluyor. Cevap yok. Tekrar tuşluyor. Yine cevap yok.

    Adam yine pencerenin kenarında. Sonra koltuğa gidip yumuşak minderlere gömülüyor, abajurun ışığını kısıyor ve karanlıkta purosunun ışığı parlıyor yine. Uyumuyor.

                                            

                                             2

 

    Gözlerimi açtım. Salondaki koltuğun üzerinde uyuyakalmışım. Tepemde pervane hala dönüyor ve kağıtlarım yerlerde. Her tarafım ağrıyor. Etrafıma bakıyorum. Cin tonik bardağı orada ve gece yaktığım mum salkım salkım eriyip altındaki tabağı doldurmuş. Yavaşça kalkıyorum ve kağıtlarımı topluyorum. Mutfağa gidiyorum. Şöyle güzel bir çay, yanında domates – peynir – zeytin, kekik, zeytinyağı, kırmızı pul biber... Akdeniz kahvaltısı. Açık perdelerin arasından sabah güneşi süzülüyor. Bir kuş konuyor pencereye. Hareketsiz bekliyorum ürkütmemek için. O anda dün pencereden gördüğüm adamı hatırlıyorum. Yakışıklı olduğunu tahmin ettiğim ama yüzünü göremediğim, seçkin zevkleri ve bir derdi olan adamı. Gözlerim karşı evin penceresine kayıyor. Şimdi perdeler sımsıkı kapalı. Sanırım akşamı bekleyeceğim.

    Masamın başına geçip yazmaya çalışıyorum. O ağır sıcak hava, adamın görüntüsü, telefondaki hareketleri ve derin üzüntüsü zaman zaman beni yakalasa da, bir gece önce kaldığım yerden devam etmeyi başarıyorum. Durmaksızın yazıyor, yazıyorum... Akşam olup hava kararana, ben bitkin düşene dek.

 

    Akşam, buluşma saatim. Gözümün ucuyla karşıdaki aynı pencereye bakıyorum. Sonunda ışıklar yandı. Aynı loş ışık ve pastel tonlar. Sandalyemi pencereye yaklaştırıyorum ve merakla perdelerin aralanmasını bekliyorum.

   Adam sehpanın üzerinde ince uzun iki mum yakıyor, telaşla gidip geliyor. Bu kez T-shirt ve kot pantolon var üzerinde. Yine telefon. Bu akşam kısa sürüyor konuşma, adam mumları söndürüyor ve ışıklar kapanıyor. Ben çaresiz yazımın başına dönüyorum.

   Ertesi gün, daha ertesi gün, daha ertesi gün, ne ışıklar var, ne perdeler aralanıyor. “Oyun bitti”, diye düşünüyorum, “kendime yeni bir oyun bulmalıyım”. Yazılarıma ve yaşamıma odaklanıyorum.

                          

                                             3

 

   Adam zayıftı, kırıktı, parça parçaydı. Başını alıp gitmek istiyordu. Yalnız kalmak istiyordu… Dışarıda koyu mavi bir gökyüzü ve parlayan yıldızlar vardı. Çok temiz, bulutsuz bir geceydi. Gözleri küçük ayıyı aradı. Burçlar ölümsüzlük duygusu verirlerdi ona. Evlerin pencerelerinde ışıklar bir bir yanmaya başlamıştı. O evlerde sürüp giden yaşamları düşündü adam. Kaç kişinin sevgilisini aldattığını, kaç kişinin umutsuzluk içinde kaybolduğunu, kaç kişinin yaşamla kavgalı olduğunu, kaç kişinin...

   Karşıdaki, tavanda pervanesi olan eve kaydı gözleri. Kağıtları ve bilgisayarı arasında kaybolmuş yalnız bir kadın... Acaba o da aldatılmış mıydı? Acaba hiç gizli gizli kendisini izlemiş miydi? Birden pencereye yaklaştı kadın. Adam geriye çekildi, saklandı. Sonra merak duygusu üstün geldi. Işıkları kapatıp karşıdaki pencereyi izlemeye koyuldu...

                                                 

                                                     

 

 

S. Füsun

 

18/11/2008

Previous
Previous

Bir masal şehir

Next
Next

Martılar