Akasya ağacı
Evin otoparkına arabamı parkettim. Biraz daha kolay olmuştu nedense, bir şey eksikti ya da bir şey fazlaydı. Kafamı kaldırdım: Akasya ağacı ! Yerinde yoktu. Kalbime bir bıçak saplandı. İçimde derin bir acıyla yerime çakılıp kaldım. Her gün balkonumdan seyrettiğim, gölgelerini fotoğrafladığım, dibinde yetişen naneleri topladığım akasya ağacı yoktu. Çok büyük bir şaşkınlık, isyan, çaresizlik doldurdu içimi. Çok büyük bir utanç. Burada bu insanlarla yaşamaktan utanıyordum. İnsan olduğumdan da. Ağacı, doğayı bu kadar sevmeyen, bu kadar kaba ve duygusuz insanlardan biri olmak acıtıyordu. Onlardan biri değildim ama işte ağaç yoktu artık. Ağacın adına acı çekiyordum. Terkedip gitmek istiyordum burayı. İçimdeki isyanı kimselerle paylaşamadan, acımı dindiremeden, anlatamadan… Arabada kaldım. Bir süre onun yasını tuttum sessizce. Gözyaşlarım içime aktı. Onunla yaşadıklarımı, onunla yaşayanları düşündüm. Ağacın geçmişini, ağacın yaşadıklarını düşündüm….
Üzerindeki tüm güzellikleriyle ağaç yok olmuştu. Üzerinde yaşayan böceklerle, dallarına konan kuşlarla, tüm florasıyla, yemyeşil yapraklarıyla, üzerindeki çatlaklarla, minik kovuklarla, baharda açan çiçekleriyle, verdiği oksijenle, gölgesiyle… Yok olmuştu. Yok edilmişti aslında. Onun bize verdiklerine değer vermeyen birileri tarafından yok edilmesine karar verilmişti. Suçsuz birini ölümle cezalandırmak gibiydi. Yeryüzünde bize tanrının verdiği güzelliklerden birini hoyratça yok etmek gibiydi. Bir ağacın dünyanın yedi harikasından farkı yoktu aslında. Tekrar yapılamazdı…
Uzun uzun arabada oturdum önce, başım önümde. Sonra eve çıktım, kapının kilidini çevirdim, pencereye doğru yürüdüm, sonra kendimi tuttum. Pencereden bakmak acı veriyordu. Şimdi o ağacın bulunduğu yerde bir boşluk vardı. Aurası yeşil varlığıyla gözümün önündeydi ama kendi yoktu. Yalnızca yerde toprakla doldurulmuş bir çukur vardı artık ve arabam o çukurun üzerinden her geçişinde yalnızca rahatsız edici bir sarsıntıyla anımsayacaktım ağacı.
Akasya ağacı otoparkın tam ortasındaydı. Arabaları park edereken birazcık dikkatli olmak gerekiyordu. Birazcık manevra alanını küçültüyordu. Üstelik de çok bitkin olduğum bir gün kuzenimin şaşkın bakışları arasında geri manevra yaparken arabamın arkasını fena çarpmış, düzeltmeye çalışırken de yandaki arabaya çarpmaktan kıl payı kurtarmıştım. Ama ne o zaman ne de başka zamanlarda ağacın yok olmasını istemek aklımın ucundan bile geçmemişti. Evimi villa tadında kullanıyor olmanın bir parçasıydı ağaç. Üzerinde yuvalanan kumrular, çirkin sesleriyle kargalar ve minik serçelerden oluşan görünen ziyaretçileri vardı. Bir de görünmeyecek kadar küçük olanlar...
Balkonumdan yapraklara bakardım uzun uzun. Oval, yumuşak, küçük, simetrik... Baharda salkım salkım beyaz çiçeklenen dalları görünürdü. Son iki kıştır karlar kaplıyordu dallarını. Mevsimlere direnmiyordu ağaç. Bizim için her daim bir başka dekor, bir başka renk yaratıyordu. Arabalarımızı gölgesinde gizliyor, küçük bir esintiyle serinletiyor, oksijen yayıyordu. 50 yıldan fazla oradaydı. Otoparktan önce de vardı, sonra da. Bazı kez yaramaz kedi yavrularına sığınak oluyordu, bazı kez kuşları kovalayan kedilere oyun bahçesi.
O sonsuzluğun bir parçasıydı. Bir başka kurumuş ağaç kesilirken, balta ona da değdi. Onu aldı götürdü. Birkaç saatte belki de bir asır yok edildi. Bir doğa parçası daha kirlenmiş beton ve metalden oluşan yığınlara teslim edildi. Terminatör gibi. Lizbon hayvanat bahçesindeki tabela geçti aklımdan: “Doğaya ve hayvan nesline en fazla zarar veren canlıyı görmek istiyorsanız kapağı kaldırın” yazısı, ve kapağı kaldırdığınızda karşınıza çıkan bir ayna. Siz!
Evet biz. Duyarsız, sevgisiz, basit ve çözümsüz.
Biz. Kendi yarattığımız yığınların altında kalmayı hak eden, öğrenmeyen, gelişmeyen ve düşünmeyen biz. Akın akın geldiğimiz bu şehrin asıl sakinlerini yok eden, hoyrat ve yıkıcı biz, yarattığımız güzel kafeslerin içinden çıkmak istediğimizde gidecek yer bulamayacağız yakında. Nefes alabilecek bir yer. Huzur verecek bir ağaç gölgesi. Serinlik...
Beton kalıpların arasında süs olsun diye açılmış çukurcukların içine ithal çiçekler dikip doğayı arayacak, evlerimize plastik çiçekler koyacak, pencerelerimize pahalı perdeler takacak, ama balkonlarımıza bir saksı çiçek koymayı akıl etmeyeceğiz. Doğanın bir parçası olduğumuzu, ancak onunla mutlu olabileceğimizi, çiçeksiz, hayvansız, ağaçsız, susuz bir yaşamda depresyon ve ruhsuzluk sarmalı içinde dibe vuracağımızı bir an bile düşünmeyeceğiz. Sonra bu şehrin gürültüsü ve kalabalığından kaçıp bir aylığına “köylerimize” sığınacağız yenilenmek için. Elimizdeki güzellikleri görmeden, değer vermeden, sevmeden ve saygı duymadan.
İşte akasya ağacının ne kadar büyük ve onu kesenlerin de ne kadar küçük olduğunun yazısı. İnsan olmanın ya da olmamanın yazısı. İçimi dolduran acının ve öfkenin yazısı.
Akasyaya ağıt bu...
Saygıyla...
Füsun
11-11-2012