Denemeler…

Yazı hikayem.

Hep yazdım. Az ya da çok. Şiir oldu, günlük oldu, öykü oldu… İlkokuldan başlayarak eline ne geçerse okuyan bir çocuk oldum hep. Jules Verne’den Saint Exupery’ye rüya kitaplarım vardı. Ortaokulda kütüphanenin müdavimlerindendim. Balzac, Dostoyevski, Tolstoy, Panait İstrati, Pearl S Buck, Hemingway, Yaşar Kemal, Reşat Nuri, Aziz Nesin, hatta Fuzuli, Nedim, Yunus Emre, Karacaoğlan… Elbette daha sayamadığım birçokları. Bir de iki mükemmel Türkçe sevdalısı öğretmen: Nuriye Kırkpınar ve Münevver Yardımsever. Işıklarını yaydılar üzerimize.

Bu kadar çeşitli kaynaklardan beslenmek, dünyada başka bir yerlerde başka türlü bir şeyler olduğunu, başka kültürlerin ve düşüncelerin olduğunu, aşkları, entrikaları, savaşları, dünyanın en derin insanlarının insana ve hayata bakışını çok erken gösterdi bana. Hepsinden birer damla alıp içimde çoğalttım… Fakat tıp eğitimi beni okumaktan ve yazmaktan kopardı. Ya da başka şeyler okuyordum artık. Anatomi, dahiliye, göz…

Günün birinde hayat öyle bir yere geldi ki, Sait Faik misali, “yazmasaydım ölecektim”. Yazmak her şeyden önce kendimle bağlantı kurmanın bir şekliydi. Ama uzun yıllar günlük yazmanın dışında kalemi elime almamıştım. İki yıl Mario Levi yazı atölyesine katıldım. Çok güzel bir grupla ve arkadaşlıklarla yazmanın tadına bir kez daha vardım.

Bir yerlerden tekrar başladım. Biliyorum arkası gelecek.

Güzel bir gün

unsplash-image-oM_SbHRaDMQ.jpg

Sizin için güzel bir günün anlamı ne ?

düşündünüz mü ?

 

    Güzel birgün.

Bu gün, hep ertelediğim bir şeyi yapacağım. En iyi arkadaşımla biraz zaman geçireceğim.

    Onun beynindeki ışıltıları, ilgilerini, mutluluklarını yakalamaya çalışacağım. Onun başka insanlara bakışını, yollara, bulutlara, çiçeklere, bakışını izleyeceğim. Bir köhne ahşap binanın bakımsız bahçesini, kırılmış camlarını, zarif tahta oymalarını izlerken, yüreğindeki yitip gitmeyi bekleyen ya da yitip gitmiş şeylere karşı tortulaşmış şefkati izleyeceğim. O sarı bukleli saçları olan çocuğun yumuşak ve pürüzsüz tenini, annesinin elinden kurtulup koşuşunu ve yüzündeki o ürkek gülümsemeyi yakalarken neler hissettiğini anlamaya çalışacağım. Düşüncelerin ve görüntülerin bir kaleydoskop gibi iç içe geçtiğini, bir göz yanılsaması, düş bulutu gibi akıp gittiğini fark edecek ve kendi kendime gülümseyeceğim.

     Anılarımı paylaşacağım onunla. Bu sokaktan ne zaman geçmiştim? Bu vitrine kaç kez bakmıştım?

     Sonra o restoranın önünden geçerken, Emre’yle geçirdiğimiz saatleri anımsayacağım…

     Hep önemli bir şeyler olurdu konuşacak. Hep önemli kararların arifesinde olurdu buluşmalarımız. Bilgelik, sevgi, telaş, bistro keyfi… Hep hareketli, hep hoş, hatırlanası akşamlar olurdu. İnsanlar sorardı:

“Ne o? Yoksa biriyle mi buluşmaya gidiyorsun?”

“Evet” derdim, “erkek arkadaşımla buluşacağım”, yüzümde gizli bir gülümsemeyle.

      Emreyle buluşmalarımızı hatırlayacağım bugün. Bizim için özel olan sayısız yerler keşfetmemizi. Hep yaşamın gelecek günleri için hayaller kurmamızı ve kendimizi olduğu gibi, savunmasız, acımasız birbirimize açmamızı. Yüzleşmemiz gerekenleri ertelemeden, kendimizle ve birbirimizle dalga geçerek…  Evet. Eğlenceli, duygulu, bazen sarsıcı olurdu buluşmalarımız. Bazı kez hoşlanmadığımız şeylerle baş başa bırakırdık birbirimizi. Sonra ayrı yerlere, kendi dünyalarımızı sürdürmeye doğru yola çıkardık.

      O köşe başlarını hatırlayacağım. Çiçekçileri. O güzel çiçekçi kızın fotoğrafını çekmek için ne kadar dolanıp durduğumu… Sonra bir gün, çektiğim fotoğrafları bastırıp, tek tek onlara gösterişimi. Ne kadar da mutlu olmuşlardı…Yüzlerindeki duru, komplekssiz sevinci hatırlayacağım.

     Bir kafeye gidip oturacağım. Necla ve Refikayla buluşup saatlerce konuşup gülüşüp dertleşip zamanın nasıl geçtiğini anlamadığımız şu kafeye. Yine etrafıma bakacağım, insanların yaşamlarını hayal etmeye çalışacağım. Acaba bu adamla kadın kaç yıldır birlikteler? Güngörmüş ve sakin bir halleri var. Giyimlerinden iyi bir gelir düzeyleri olduğu anlaşılıyor. Sonra insanların mutlu ve sakin bakışlarının ardına gizlenmiş yoksunlukları düşüneceğim. Birbirlerini nasıl kırdıklarını, nasıl yok saydıklarını… Hatta kendilerini bile! Ama yaralar küçük, ya da zaman çok uzun ve birbirlerine bakarken güzellikler görüyorlar artık. Geleceği kurarken içlerinde büyüttükleri hırslar ve yorgunluklar, yaşamanın değerini daha iyi anlamış olmanın dinginliğine bırakıyor yerini.

    Birazdan sevdiğim bir salatayı sipariş edeceğim garsona. Garson her zamanki gibi görmeyen gözlerle etrafına bakacak. Ben, başka bir garsonun dikkatini çekmeye çalışacağım... Ve sonunda! Esprili, gülen gözleri olan, ince bir genç, düzgün Türkçesi ve sonsuz nezaketiyle siparişimi soracak. Ben menüden özenle seçtiğim salatamı, buzlu ve ince bir dilim limonlu diyet kolamı söyleyecek, yine etrafımı incelerken büyük bir sabırsızlıkla salatamı bekleyeceğim.

   Sonra arkadaşımla paylaşacak başka şeyler gelecek aklıma. Uzun zamandır ertelediğim bir dost ziyaretini yapmak. Nilgün beni özlemle, yanaklarımdan öperek ve sıkıca sarılarak karşılayacak. Ne kadar sahici bir insan olduğunu, ne kadar yaşama bağlı ve ne kadar savaşçı olduğunu düşüneceğim. Acılarını hatırlayacağım. Alzheimer’den kaybettiği annesini ve kısa bir süre sonra onu izleyen babasını… Ara sıra gözlerine gelen gölgeyi yakalayacağım. Bir anlık hüzünlü bakışını… Bana ve başkalarına sağlam duruşunu ama aslında ne kadar duygusal ve kırılgan olduğunu…

Dostum bana kahve yapacak. “Orta şekerli” isteyeceğim bu kez. Yanında likörü ve çikolatayı arayacağım belki. Ardından bunları sıkça paylaştığım başka birini hatırlayacağım. Az şekerli kahve seven birini. Kahvenin yanında mutlaka nane likörü olacak. Mutlaka fal bakılacak… Fincanda yıllar önce çıkan İsa ve Meryem figürünü hatırlayacağım; bir kış günü, şöminenin karşısındaki bir koltukta bakılan falı…

    Ardından Bostancı sahiline doğru yürüyeceğim. Uzaktan adalar görünecek. Sisli- güneşli- yağmurlu havalarda ve gecenin ışıklarında adaları canlandıracağım hayalimde. Sonra mimozaları… Bir ramazan günü bir kahvede ince belli bardakta içtiğim çayı ve sucuk ekmekle oruç bozmayı… İskeleye yanaşan vapurları, kahvede tavla oynayan kadın ve erkekleri, bir Levanten düğünü için giyinmiş şık ve renkli grubun önümden resmigeçit yapışını, kedileri, kedileri…

    Bir kedi yavrusuyla oynayacağım; bir bahçenin duvarında parmaklıklara sürünen ve sevgi arayan. Onunla konuşacağım. O bana incecik sesiyle cevap verecek gözlerimin içine bakarak. Sonra aniden duvardan atlayıp kaybolacak. Emre’yi özleyeceğim, oğlumu. Kedilere olan düşkünlüğünü…

    Hava yavaşça kararacak, güneş pembeden kızıla boyayacak gökyüzünü, uzaktaki o parlak yıldız belirecek. Hani hep erkenden çıkan... Bir İngilizce tekerlemeye kayacak aklım.

    “Güzel yıldız, parlak yıldız, bu gece gördüğüm ilk yıldız. Bu geceki dileğim gerçekleşsin.”

Hiç o yıldıza bakarak dilek tutmadığımı fark edeceğim. Birazdan yarım ay, diğer yıldızlar, bulutlar bir bir gelecek ve ben karanlık olmadan hemen önceki o koyu maviyi, o çok sevdiğim maviyi görebilmek için, sahildeki tahta bir bankta sessizce bekleyeceğim. O maviyi beklediğim diğer akşamları düşüneceğim; yalnız, ya da paylaştığım. O maviyi bir başkasının da benim kadar sevip sevmediğini merak ettiğim, ama bunu şimdiye dek hiç sormadığım gelecek aklıma.

   Sonra gök koyu bir laciverde dönecek, hafif bir rüzgâr başlayacak, ben eve doğru yola çıkacağım, küçük bir mum yakacağım, sevdiğim bir müziği dinleyeceğim ve gözlerimi kapatacağım…

 

   Kendimle baş başa biraz zaman geçireceğim…

 

                                                ***

    Uzaklardan gelen telefon sesi beynimde yükselerek yankılanıyor ve düşüncelerim şimdi ortasından yok edilmiş bir tablo gibi boş ve şaşkın. İsteksizce yerimden doğruluyorum.

    “Bu da kim sabah sabah! Acaba kaç kez aradı?  Birazdan susar belki…”

   Telefona doğru acelesiz ve hoşnutsuz yürüyorum, ben ulaşamadan susmasını dileyerek. Susmuyor. Elim telefona uzanıyor.

   Bir an duraklıyorum. Hayır. Açmıyorum. Ceketimi alıyorum, kapıdan çıkıyorum, merdivenlere doğru yürüyorum. Ses giderek uzaklaşıyor.

   Kısa bir sessizlik, telefon yine başlıyor çalmaya. Artık çınlaması güçlükle duyuluyor. Bu kez tablom ve düşlerim bozulmayacak diye geçiriyorum içimden. Yürümeye devam ediyorum.

                                       

 

       S. Füsun  12 Kasım 2008

 

Martılar

 
Sirkeci vapuru, kamerama yakalanan martı ve …  fonda İstanbul

Sirkeci vapuru, kamerama yakalanan martı ve … fonda İstanbul

 

Güzel, güneşli bir gün. Ocak ayı. Resim sergime gidiyorum. Tablolarımı duvarlarda yeniden görmek, ziyaretçi defterindeki yazıları okumak, gelenlerle konuşmak o kadar büyük keyif ki benim için... Paylaşmanın ve kendini ifadenin büyüsü...

Kadiköy vapurunda güzel bir köşeye yerleştim. Elbette cam kenarı. Elbette kameram elimde. Gözlerim Haydarpaşa binasına, biraz ötedeki ona hiç de uymayan büyük minareli camiye, sonra bakımsız teknelere, arkadaki bakımsız küçük binalara gidiyor.

Bir iki balıkçı teknesi motorlarını çalıştırıyor. Güzelim eski vapurların yerini almak üzere icadedilmiş mavi marmara teknekleri tıka basa insan taşıyor ve derme çatma iskelelerinin gişeleri, kulübemsi görüntüleri  gözümü yoruyor. Güzel olanı, estetik olanı, bizim olanı, bu vahşi şehirleşmenin doymak bilmeyen iştahına hazırlıyoruz. Verdikçe fazlasını istiyor. Başka bir ülkede çekim odağı olabilecek Kadıköy sahilleri bakımsızlık, estetik duygusundan yoksunluk ve ruhtan gelen temizliğin olmaması nedeniyle kirli, sular bulanık, insanlar yorgun.  Yıllardır böyle süregeldi...

Bu arada Martılar can derdinde. Onlar yaşamak istiyorlar. Onlar bu kirli sularda balık tutmak, yıkanmak, bu havayı solumak, yaşamak istiyorlar. Vapurların etrafında dolaşıyorlar. Ekmekler ve simitler hazırlanmış, martılara fırlatılıyor. Tam bir cümbüş. Ama ben hüzünlüyüm. Onlara hakettikleri temiz denizi ve temiz bir denizden yakalayacakları balıkları veremiyoruz. Onların beslendikleri yerler teknelerin motorlarından sızan atıklar, kıyıya vuran ve dalgalarda oynaşan çöpler, vapurlardan fırlatılan ekmek parçaları. Bizler kanserle, allerjik hastalıklarla, enfeksiyonlarla, ve bizleri yoran bu şehrin kirliliğiyle boğuşurken ve artık bunun üzerinde hiç düşünmezken, martıları bir dekor, bir fotoğraf karesi, canlı bir oyuncak gibi algılıyoruz. Martılar adına, onların ölüm emirlerini veriyoruz. Kimbilir yaşam süreleri ne olacak, hangi genetik hastalıklarla nesilleri sürecek, düşünmüyoruz bile. Onlar tüm güzellikleriyle, hala beyaz kalan tüyleri ve güzelim gagalarıyla, masum, sakin, vapurların etrafında dolanıyor ve dalgalarda sallanıyorlar.

Onlara bir özür borcumuz olduğunu düşünerek bu yazıyı yazmak istemiştim o gün. Yazamadım. Bir şiir çıktı onun yerine. İstanbul ve martı şiiri. İşte bu şiir:

 

Martılar

Martı yağmuru altındayım

Beyaz bir kuğunun kanatlarında,

mavinin eteklerindeyim.

Bir boğaz vapurundayım

bacasından uğultular üfüren.

Martılar dönüp duruyor başımda

martıların saydam kanatları,

gagalarında çığlıkları,

ayaklarında telaş,

gözlerinde yaşam

Martılar dönüp duruyor

camlarda, dalgalarda

mavilerle sarmaş dolaş

Arkada Galata,

arkada başka vapurlar,

Fonda İstanbul

Bitmeyen bir tablo gibi İstanbul

Martılar telaşta

Ben bir oluyorum martılarla,

beraberce gidiyoruz

Fonda İstanbul...

 

S. Füsun 26 Ocak   2013 12:36

Bir “Uyar”lama

 

III

 Ne yapıp yapıp bu işten paçayı sıyırmalıyım ama aklıma da bir şey gelmiyor yenge. Kıza iki sene yazmışsın, sanki aşıksın da ondan başkasını gözün görmüyor. Allahın garibanı üzülmesin demişsin. Bir sevgilin varmış gibi üstelik. Mektup yazmakla sevgili olur mu hiç yenge? Kızlar falan zaten etrafta dolanıyor, ben de genç adamım, beğeniyorlar demek ki. Allahın sakatına kaderimi bağlamak istemiyorum. Senin anlayacağın, nasıl yapsam da şu işi bitirsem diyorum. Ele güne karşı açık etmiyorum, fazla kimseye de açılamıyorum böyle böyle bir iş var başımda diye. Geceleri gözüme uyku girmediği oluyor ama nasıl işin içinden çıkarım bilemiyorum. Delikanlılık işte.

Bu işi daha fazla uzatmamaya karar verdim sonunda. Yavaş yavaş mektupların arasını açacaksın, askerlik de bitti, artık sen yoluna o yoluna. Biraz da etrafıma bakmak istiyorum. Kadın milleti adamı böyle parmağında oynatır işte. Bir kere trende görmüşsün, öpüşüp koklaşmamışsın bile, sanki yavuklusun. Kendimi mecbur hissettirdi kız, baksana. İnsan nasıl da safra alıyor farkına varmadan. Artık mektuplar da beni sıkmaya başlamış böyle düşünüdükçe. Daha kısa yazıyorum, daha az tatlı sözler söylüyorum, işte sorunlar varmış falan da canım sıkkınmış gibi uyduruyorum. Ama yazmayı da bir türlü kesemiyorum.

Kız sitem ediyor artık mektuplarında. Hatta başka birine mi kaptırdın gönlünü falan demeye başlıyor. Kör istemiş bir göz, Allah vermiş iki göz. Ben de bıyık altından gülüp, güya üzülmesin diye bir yandan “yok bir şey” diye yazarken, bir yandan da nasıl etsem de temelli bağları koparsam diye bakıyorum. Ama mektuplar daha devam ediyor.

Sonra yenge, bir gün yine bir köşede oturdum, mektup yazıyorum. Tepemde dikilip duran adamı görmemişim, döktürüyorum. Şöyle bir kafamı kaldırdım, kasketli, koyu lacivert giysili, şehirli olmadığı her halinden belli orta yaşta bir adam. Giysisinin kolları biraz çekmiş, gömleği buruşuk, ayakkabıları cilalanmış ama eski. Yüzü güneşten yanmış, zayıf, ufak tefek bir adam. Kelimeleri üstüne basa basa söylüyor, ağır ağır konuşuyor.

-Aydın derler birini arıyorum. Sen misin?

Şöyle bir baktım. Sessizce duruyordu orada.

-Hayrola ahbap, buyur otur şöyle. Neden aradın Aydın’ı?

-Hayırdır. Bir işimiz vardı onunla. Şöyle bir tanışıp konuşalım dedik, geldik.

-Anlat bakalım şu işi dayı, nerden gelirsin? Kimlerdensin?

Bizim köyden sandım yenge. Bizimkileri  görmemişim uzun zamandır. Böyle habersiz çıkıp gelecek kimse de aklıma da gelmedi o anda. Lafı dolandırmadan bir çay söyledim arkadaşlardan birine, oturttum adamı.

-Seni tanıyamadım ahbap. Gözüm ısırıyor bir yerden ama?

-Seni zor buldum. Amcandan aldım adreseyi. Buralar bize yabancı oğlum. Ama araya araya Bağdat bulunurmuş. Kırkağaç’tan selam getirdim sana.

İrkildim. Kırkağaç deyince, yüzüme bir gölge geldi, ama belli etmedim adama.

-Aleyküm selam dayı. Kimin selamını getirirsin? Oralara gitmişliğim yoktur benim.

-Bilirim oğul. Lakin seni duymuşluğum vardır. Bizim köyde bir kızımız vardır. Elime büyüdü. İki yıldır Aydın diye bir delikanlıyla mektuplaşıyormuş. “Evlenecektik ama son zamanlarda belli ki başka birine gönül vermiş. Mektupalarında bir soğukluk var. Arayı da açtı. Üstelik söz verdiği halde beni istemeye gelmedi,” diye ağlayıp durur. Gözyaşları ciğerimi yakmasaydı bu kadar yolu o Aydın denen adamı bulmak için gelmezdim. Şu işi bir anlayayım dedim oğul.

-Bu kızın anası babası yok mudur ki sen kalkıp buralara gelirsin dayı?

-Vardır elbet. Ama kıza çok eziyet ederler. Elin adamıyla gizli gizli mektuplaşıp namusumuzu lekeledin diye, yapmadıklarını bırakmazlar. Allahın sakatı, kalbi de melek gibidir.

Dayanamadım geldim. Daha fazla eziyet etmesinler zavallıya. Yok zaten niyetin de ciddi değilse, boşuna ümitlendirme garibanı. Orada zaten isteyeni var ama kız varmıyor. İstanbul’da bekleyenim var diyor. Kısmetine de mani olma. Ne de olsa yalnızlık Allah’a mahsus. Everelim gitsin.

Gözlerim yuvalarından fırlayacaktı yenge. Kulaklarıma inanamadım. Ama yine de adama açık açık nasıl söylerim benim zaten niyetim yoktu da iki sene bir türlü mektupları kesemedim diye?

Bende de suç vardı işin başından beri. Kız beni adeta kontroluna almış, hayır dememe fırsat vermemişti ki? Adresi elime tutuşturmuş, kırk yıldır tanışıyormuşuz gibi yazışmayı teklif etmiş, iki yıl da mektuplaşmıştı. Ben de, saklamaya ne gerek var, döktürmüştüm mektuplarda. Maniler, hikayeler, gelecek günlerimiz falan. Şu pembe hikayelerden. Üstelik Allahın garibinin

başına gelenlerden de haberim yoktu. Hiç söz etmemişti bana isteyeninden, ana baba baskısından... Öyle ya, köylük yerdi orası. Nefes alsan duyulur. Kız herhalde beni üzmek istemedi de ondan söylemedi diye düşündüm yenge. İyi niyetliyiz güya...

Kırkağaç’tan gelen adama baktım, acıdım biraz da. Kalkıp buralara kadar gelmiş. Etrafına bakıyor, bana bakıyor, belli yabancılıyor. Lokantadakiler de garip garip bakıyorlar. Benim pek öyle gelenim gidenim olmaz. En iyisi dedim şunu alıp başka bir yere götüreyim. Hem kimseye de söz etmemişim, şimdi dikkat çekmesin. Bir şey yok der, geçiştiririm ilerde. Hem biraz sorayım olup biteni, ağzından laf alayım. Bir kızın sözüyle kalkıp oralardan gelmek akıl karı mı? Var bu işin içinde bir iş. Üstelik kız böyle bir akrabam var falan de demedi. Şimdiden bu kadar şey saklayan, maazallah evlenirsek, kimbilir neler yapar. Ama adam çok saf ve temiz birine benzediği için, pek de kızamıyorum.

Neyse, onu alıp dışarda bir çay bahçesine götürdüm. Yemek ısmarlamak da olurdu ama, bana mı sormuştu kalkıp gelirken? En iyisi lokantadan uzaklaşmaktı.

-Anlat bakalım dayı, dedim. Neymiş senin şu hikayenin aslı? Kolay kolay kalkıp gelinmez oralardan.

Çekingen gözlerle yüzüme baktı. Açık mavi gözlerinde hüzün vardı. Meraklandım.

Cebinden kırışık, ezilmiş bir zarf çıkardı. Sessizce uzattı. Mektubu aldım, kızın yazısıydı. Okumaya başladım. Beni ne kadar çok sevdiğini, benden ayrı olduğu için ve mektuplarım baş göz etmeye kalktığını yazıyordu. Annesiyle babası kuş uçurtmuyordu artık. Dünyası zindan olmuştu. Canına kıymayı düşünüyordu.

Adamın yüzüne baktım sessizce. Ne yapacağımı, ne diyeceğimi bilemeden. Şaşkındım.

-Güzel kızımın hayatı mahvoldu oğul. Ele güne rezil oldu. Bu işi temizlemek gerek. Öyle ya da böyle.

-İrkildim. Öyle ya da böyle ne demekti? Ne yapabilirdim ki ben? İstemediğim bir kızla gidip evlenmek mi? Elimi kana bulayıp hapse girmek mi? Ne yapabilirdim? Hayatımı öyle ya da böyle karartmadan ne yapabilirdim? Ya başkasının hayatı?

Oturdum kaldım. Bir şey söyleyemedim yenge. Adamın gözlerinde bir ipucu arıyordum ama adam sessizdi. Ben sessizdim. Bir süre öyle geçti. Sessizlik kurşun gibi ağırlaştı. O anda adam bildi benim kızı gönülden sahiplenmediğimi. Yavaşça kalktı yerinden, bir şey söylemeden arkasını döndü, gitti. Mektupla başbaşa bırakıp gitti beni.

Seslenmek istedim, ağzımdan kelimeler çıkmadı. Sanki bir kamyon vardı üstümde yenge. O iki senelik yazışmanın ağırlığını üzerimden atamadan, yeni bir yük binmişti üstüme.

 

IV

Burada anlatmayı kesti Aydın. Gözleri uzaklara dalıp gitti. Sanki ağlamak istiyor da kendini saklamaya çalışıyor gibiydi. Yıllar geçip gitmişti öylesine. Onu mektupla da olsa hiç kimse sevmemişti böyle. Mektupta o kızdan duyduğu tatlı sözleri, şehirli kızlardan duymayı çok istemişti Aydın. Ama yok. O da söyleyememişti kimseye “seni seviyorum” diye. Hayat insana nasıl da oyunlar oynuyordu. Nasıl kurtulurum diye düşünürken, o mektupları arıyordu şimdi. O yalan sıcaklığı, o mektubu yazarken kurduğu hayalleri, paylaştıkları rüyaları...İskambil kağıdından kurdukları pembe dünyayı düşünüyordu Aydın.

Aceleyle önümdeki masanın örtüsünü temizledi, önümdeki mumu yaktı, suyu tazeledi, sanki artık anlatmak istemiyordu, sanki on yıl birden yaşlanmıştı. Bir soluklanmak için dışarıya çıktı, dükkanın önüne. Hava kararıyordu. Akşamcılar yavaş yavaş masalara yerleşmeye başladılar, tanıdık selamlar alınmaya başlandı. Zamanıydı. Kalktım, omuzuna dokundum yavaşça. İçeriden bir şarkı duyuluyordu.

 

    “Meyhanelerde akşam olunca beni ara

      Bakma yağan yağmura, bakma esen rüzgara

      Kalbin bir kadeh gibi dolunca beni ara”...

 

S. Füsun 11 Şubat 2009

(Yaz Suyu, Tomris Uyar’dan uyarlama )

Pencere

 

     Sıcak. Gecenin saat on ikisi. Yazmam gerekiyor ama her şey sanki kilitlendi. Yüzümü yıkıyorum, tavandaki pervanenin altına doğru yürüyorum. Klimalara karşı direnmenin çok da akıllıca olmadığını düşünüyorum. Sonra bir buzlu cin toniğe de artık fazla direnmemeye karar vererek mutfağa gidiyorum. Kendi kendime söyleniyorum.

   —Sıcak havalarda alkol almak sakıncalı.

   —Ne yapalım? Her şeyden soyutlanacak mıyız? Onu yeme, bunu içme! Pes artık.

   —Zırvalama! Sonuçta kiloların ve bozulmuş şeker metabolizmanla bedel ödeyeceksin.

   —Tamam tamam anladık!

   İçimdeki iki benle, söylenmeye devam ederek, elimde cin-toniğim, pencereye doğru gidiyorum. Gökyüzünü, yıldızları, diğer evlerin yanan ışıklarını seyretmek ve her bir pencerenin ardında yazılmaya, bilinmeye değer bir başka öykü olduğu düşüncesine takılmak en keyifli anlardan biri benim için. Elimdeki buzlu-limonlu cin tonikten bir yudum alıyorum. Evet. Kuralları yıkmaya değdi. Bir yudum daha…

 

   Pencerelerde dolaşan gözlerim, benim gibi avare bir figüre takılıyor. Karşıdaki gökdelenin pencerelerinden birinde, kımıldamadan dışarıya bakan bir adam. Hafifçe yan dönmüş, heykel gibi duruyor. Düzgün ve kaslı yapısı, yaşamla bağlarının hiç de zayıf olmadığını düşündürüyor. Boyu uzunca, üzerinde koyu renk bir boxer var. Aralanmış perdelerden, açık renk abajurun yaydığı yumuşak ışık ve arka plandaki boş, açık renk duvarlar seçiliyor. Sağ tarafta pencereye yakın yumuşak koltuğun ve  abajurun durduğu sehpanın dışında fazla mobilya yok. Bina o kadar yakın ki, loş da olsa içi rahatlıkla görülebiliyor.

   Gizlice adamı izliyorum. Kırklı yaşlarda olabilir. Döşeme stilindeki sadelik ve adamın kımıldamadan duruşu bana çekici geliyor. Cin toniğimi yudumlarken, içimden bu pencere için bir hikaye planlıyorum.

 

    ***

    Adam sıkıldı. Ani bir hareketle pencerenin bitişiğindeki koltuğa bıraktı kendini. Bacak bacak üzerine atarak hemen yanındaki sehpaya uzandı. Eline aldığı bir derginin sayfalarını ilgisizce çevirmeye başladı, aklı başka bir yerdeymiş gibi… Bir ara kalktı, evin başka bir odasına geçti. Kapalı olan diğer pencerenin perdesine, hızla geçen gölgesi yansıdı. Oyun bitti diye düşündüm, tam yerime dönmeye hazırlanırken, tekrar geldi. Elinde bir bardakla. Cin tonik mi? Öyle varsayalım. Buzlu bir cin tonik bu geceye ve havaya yakışır doğrusu.

    Adam tekrar dergilere daldı. Bu kez ilgisini çeken bir yazı buldu sanırım, artık sayfaları gelişigüzel çevirmiyor. Cin toniğimi yudumlayarak izlemeye devam ediyorum. Adam sıkıldı, saatine bakıyor. Kalkıp odada dolaştı, yeniden koltuğa ilişti. Kımıldamadan uzaklara bakıyor ve ayağını sinirli sinirli sallıyor. Birden yandaki sehpaya uzandı. Cep telefonunu aldı, sanırım bir numara çevirecekti, vazgeçti. Telefonu sehpanın üzerine bıraktı, odanın diğer köşesine gitti, elinde bir puroyla döndü. Düşünmeye devam ettim. “Seçkin zevkleri var. Gece yarısı yapayalnız ve düşünceli. Esrarengiz bir adam.”

    ***

    Adam purosu elinde, pencerenin yanına geldi. Derin bir nefes çekti. Odanın loş ışığında puronun ucundaki küçük kor kızıllık yanıp söndü. Yavaşça arkasına döndü, bardağına uzandı. Bir elinde cin tonik diye kurguladığım bardak, diğerinde purosu, pencereden bakmaya devam etti. ”Acaba benim baktığım pencere onun bulunduğu yerden seçiliyor mu” diye düşündüm, hafifçe geri çekildim. Adamın beni göreceği yoktu. Kendi hesaplaşması içindeydi. Dalgın dalgın purosunu içmeyi sürdürdü. Kor kızıl nokta bir yanıp bir sönüyordu. Sonra elindeki bardağa şöyle bir bakıp kenara koydu. Sanırım cin tonik bitmişti.

   Tekrar içki koymadı adam. Elinde bir uzaktan kumanda vardı şimdi. Belki klima, belki müzik...

 

    ***

    Adamın cep telefonu çalıyor. Kumandayı aceleyle sehpanın üzerine bırakıp cep telefonunu alıyor. Yeniden koltuğa yerleşiyor. Uzun bir konuşmanın hazırlığında gibi, kendine rahat bir pozisyon ayarlıyor. Mimikleri seçilmese de, sakin bir konuşma bu. Şimdi ayağa kalktı. Elinde cep telefonu, pencereye yaklaştı. Konuşurken uzaklara dalıyor. Ara sıra önüne bakıyor, dolaşıp yeniden pencerenin önüne geliyor. Uzun, ağdalı bir görüşme...

   Telefon elinde, adam yeniden koltuğa oturuyor. Bu kez, konuşmaktan çok dinliyor. Dergilerin üzerine gelişi güzel atılmış puro kutusundan, yeni bir puro çıkarıp yakıyor. Konuşurken boş gözlerle duvarları, dışarıyı, purosunun ucundaki kızıllığı seyrediyor.

   ***

   Cin toniğime bir buz daha koymak için pencereden uzaklaşıyorum. Havadaki nem ve sıcakla iyice gevşemiş ve gözkapaklarım ağırlaşmış olarak yazı masama doğru gidiyorum. Olmayacak. Gidip yatmak da şu anda çok sıkıcı geliyor bana. En iyisi başka bir işle uğraşmak. Televizyonda kanal değiştiriyorum, her şey çok sıradan ve sıkıcı. Bir müzik kanalı ayarlıyorum radyodan. En hafif ve yavaş müziği bulunca, orada kalıyorum. En küçük bir uyarana tahammülüm yok.  Penceredeki adam bir mıknatıs gibi çekiyor beni yeniden. Adını, yaşını, kim olduğunu, hatta yüz hatlarını bilmediğim, mimiklerini göremediğim bu adam, beni çekiyor. Bana bir şarkıyı anımsatıyor. “Adam”.

   “Korlar mı adam seni yanıma, seni bana yar ederler mi”…

 

 Müthiş güzel bir kliple görüntülenen aykırı bir şarkı. Görünüp kaybolan bir adama aşık olan bir kadının şarkısı. Aklım klipte, adamı arıyor gözlerim. Uzaktaki odanın ışığı hala yanıyor.

   ***

Adam pencerenin önüne geldi. Hala telefonda. Belki eski bir sevgili, belki gizemli bir iş… Çözümsüz... El kol hareketleri arttı. O sakin ve kendinden emin duruş gitti. Sinirli sinirli ayakta dolaşıyor. Bir yere bakıyor, bir yukarıya, bir camdan dışarı, telefon elinde. O da ne! Adam bağırıyor. Yüzünün karşısında tuttuğu telefona doğru bağırıyor ve telefonu fırlatıp atıyor! Öfkeyle yine yan odaya doğru geçiyor ve yine perdeden gölgesi görülüyor. Elinde yeni bir bardakla dönüyor. Telefonu attığı yöne doğru bakıyor rahatsız bir hareketle. Kalkıp yeniden telefonu alıyor. Susmayan telefonu. Adam sabırsız. Bu kez daha sakin bir tonda konuştuğunu anlıyorum. Bir elinde telefon, diğerinde içki bardağı, konuşuyor, konuşuyor. Bir tehdit? Acılı bir haber? Konuşma bitti sanırım. Adam telefonu bu kez usulca yanındaki sehpaya koyuyor. Bir süre hareketsiz kalıyor. Başını ellerinin arasına alıyor. Dalıp gidiyor. Çaresizlik… Ne o? Gözyaşları mı? Gözlerini siliyor ellerinin tersiyle. Bir süre böyle geçiyor. Bu gece uykusuz bir gece olacak gibi...

   ***

   Bir erkeğin umutsuzluğu beni hep duygulandırır. O gözyaşları her zaman akmaz çünkü. Onlar ancak yalnızken, ancak çaresizliğini göstermekten korkmadığı birinin yanında akar. Ya da hiç akmaz.

   Duygularıma dalmışken, gözüm yine pencereye kayıyor. Adam yavaşça kalkıyor yerinden. Düşünceli, odayı turluyor. Bir çözüm arıyor belli. Sonra telefona uzanıyor. Mesaj yazıyor sanırım. Bekliyor. Bir numara tuşluyor. Cevap yok. Tekrar tuşluyor. Yine cevap yok.

    Adam yine pencerenin kenarında. Sonra koltuğa gidip yumuşak minderlere gömülüyor, abajurun ışığını kısıyor ve karanlıkta purosunun ışığı parlıyor yine. Uyumuyor.

                                            

                                             2

 

    Gözlerimi açtım. Salondaki koltuğun üzerinde uyuyakalmışım. Tepemde pervane hala dönüyor ve kağıtlarım yerlerde. Her tarafım ağrıyor. Etrafıma bakıyorum. Cin tonik bardağı orada ve gece yaktığım mum salkım salkım eriyip altındaki tabağı doldurmuş. Yavaşça kalkıyorum ve kağıtlarımı topluyorum. Mutfağa gidiyorum. Şöyle güzel bir çay, yanında domates – peynir – zeytin, kekik, zeytinyağı, kırmızı pul biber... Akdeniz kahvaltısı. Açık perdelerin arasından sabah güneşi süzülüyor. Bir kuş konuyor pencereye. Hareketsiz bekliyorum ürkütmemek için. O anda dün pencereden gördüğüm adamı hatırlıyorum. Yakışıklı olduğunu tahmin ettiğim ama yüzünü göremediğim, seçkin zevkleri ve bir derdi olan adamı. Gözlerim karşı evin penceresine kayıyor. Şimdi perdeler sımsıkı kapalı. Sanırım akşamı bekleyeceğim.

    Masamın başına geçip yazmaya çalışıyorum. O ağır sıcak hava, adamın görüntüsü, telefondaki hareketleri ve derin üzüntüsü zaman zaman beni yakalasa da, bir gece önce kaldığım yerden devam etmeyi başarıyorum. Durmaksızın yazıyor, yazıyorum... Akşam olup hava kararana, ben bitkin düşene dek.

 

    Akşam, buluşma saatim. Gözümün ucuyla karşıdaki aynı pencereye bakıyorum. Sonunda ışıklar yandı. Aynı loş ışık ve pastel tonlar. Sandalyemi pencereye yaklaştırıyorum ve merakla perdelerin aralanmasını bekliyorum.

   Adam sehpanın üzerinde ince uzun iki mum yakıyor, telaşla gidip geliyor. Bu kez T-shirt ve kot pantolon var üzerinde. Yine telefon. Bu akşam kısa sürüyor konuşma, adam mumları söndürüyor ve ışıklar kapanıyor. Ben çaresiz yazımın başına dönüyorum.

   Ertesi gün, daha ertesi gün, daha ertesi gün, ne ışıklar var, ne perdeler aralanıyor. “Oyun bitti”, diye düşünüyorum, “kendime yeni bir oyun bulmalıyım”. Yazılarıma ve yaşamıma odaklanıyorum.

                          

                                             3

 

   Adam zayıftı, kırıktı, parça parçaydı. Başını alıp gitmek istiyordu. Yalnız kalmak istiyordu… Dışarıda koyu mavi bir gökyüzü ve parlayan yıldızlar vardı. Çok temiz, bulutsuz bir geceydi. Gözleri küçük ayıyı aradı. Burçlar ölümsüzlük duygusu verirlerdi ona. Evlerin pencerelerinde ışıklar bir bir yanmaya başlamıştı. O evlerde sürüp giden yaşamları düşündü adam. Kaç kişinin sevgilisini aldattığını, kaç kişinin umutsuzluk içinde kaybolduğunu, kaç kişinin yaşamla kavgalı olduğunu, kaç kişinin...

   Karşıdaki, tavanda pervanesi olan eve kaydı gözleri. Kağıtları ve bilgisayarı arasında kaybolmuş yalnız bir kadın... Acaba o da aldatılmış mıydı? Acaba hiç gizli gizli kendisini izlemiş miydi? Birden pencereye yaklaştı kadın. Adam geriye çekildi, saklandı. Sonra merak duygusu üstün geldi. Işıkları kapatıp karşıdaki pencereyi izlemeye koyuldu...

                                                 

                                                     

S. Füsun 18 Kasım 2008

 

KABUS

 

Gece

Dayanamıyorum. Buz kesmiş gözlerle pencerede ruhsuz oturuyorum. Karanlık gecede geçen bir iki gölge, ıssız yolda uzayıp gidiyor. Saatin tik takları beynimde büyüyor, gong seslerine dönüşüyor. Ne yapmalıyım bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var. Bir şeyler yapmalıyım.

Midemde sancılar, kalbimin üzerinde büyüyen bir boşluk oluştu. İki büklüm doğruluyorum. Mutfakta belki bir şeyler vardır. İçecek bir şey ya da biraz ekmek...

Kapı tıkırdadı galiba. Acaba o mu? Yine donuk yüzünü, yalanlarını, sahte nezaketini ve kaçamak bakışlarını görmek zorunda mıyım? Bu kadar haksızlık, bu kadar anlamsızlık, bu kadar aptal yerine konulmak... Her şey kirli bir komedi gibi gözler önünde oynanıyor. Her şey bilmezlikten geliniyor. Belki yanıma gelmeden yatağına gider. En iyisi duymamış gibi yapmak.

Odaya gelmedi. Biraz daha oyalanayım çıt çıkarmadan. Sokak lambaları da söndü, yıldızlar daha bir parlak görünüyor. Uzaktan bir piyano sesi geliyor sanki. Camı açıp da dinlesem? Dışarısı soğuk, buz gibi. Ama belki iyi gelir, kendimi biraz toparlarım. Yüzümde soğuğu hissediyorum. Çok hafif bir rüzgar esiyor. Elimi uzatıp rüzgarın okşamasına bırakıyorum. Hırkama sarınıyorum, geceyi hissediyorum.

Yarın gözlerim şiş, yüzüm soluk olacak ama ben herkese iyi görünmek zorunda kalacağım. Gözyaşlarımı içime akıtıp, kuvvetliyi oynayacağım. Belki biraz uzansam, gözlerimi kapatsam, öylesine yatsam... Yok. Zaman geçmiyor. Yan odadaki tıkırtılar ve ayak sesleri kesildi. Kendime bir kadeh bir şey hazırlayayım. Sakinleşir, uyurum belki.

 

-Ne kadar zamandır buradasın, soğukta? Geç oldu. Kapat pencereyi de gel artık.

 

Onu farketmemişim. İrkiliyorum birden. Ne kadar sessiz geldi yanıma... Sorulması gereken sorular sorulmadıkça, verilmesi gereken cevaplar verilmedikçe içimdeki çığlık dinmiyor. Hayat sahnede geçiyor ve ben seyirci koltuğundayım. Birçok şey gerçekliğini yitirdi. Zaman akrep ve yelkovandan bağımsız akıyor. Aslında akmıyor. Akrep ve yelkovanın arasında sıkışmış, gitgide büyüyen bir boşluk gibi. Arkama dönmüyorum, sesim sanki benim kontrolumda değilmiş gibi çıkıyor dudaklarımdan.

 

-Uykum yok. Sen git yat, ben de birazdan gelirim.

 

Zoraki bir bakışla iyi geceler diyorum. Elinde votka limonlu bir bardak var. Uzatıyor.

 

-İyi gelir.

 

Hipnoz altında gibi uzanıp alıyorum. Onunla konuşmak istemiyorum. Belki gider ve beni rahat bırakır. Bitkinim ama, onun varlığı kalmış olan bir damla enerjimi de bitiriyor.

 

Gitmedi. Kendine de bir bardak votka limon koydu, gelip karşıma yerleşti. Soran gözlerle bana bakıyor. Bana söyleyecek şeyleri olmalıyken, hiçbir şey olmamış gibi karşımda oturup, duygularımı anlatmamı bekliyor. Bu bir işkence. Benim duygularım artık yok. Onları tekrar dışarıya çıkmamacasına gömdüm. Ne zaman başlarını uzatacak olsalar, birkaç damla gözyaşıyla daha derinlere gittiler. Artık oradan hiç çıkmayabilirler de. Benim duygularım yok. Ben artık bir duvar gibi, ruhsuz bir yaratık gibi, bir samanlı kağıt parçası gibi olmalıyım. Ama olamıyorum işte! Gözlerimi kaçırıyorum.

Gidip bir müzik koyuyor. İşkence katmerlendi. Bana mı ulaşmaya çalışıyor? O kadar yüzeysel mi yaşıyor? Onu bu kadar duygusuz olduğunu anlamadan mı sevmişim? Kendime verdiğim sözleri neden tutamadım? Hani birliktelik aşk demekti? Sevilmediğim tek günü bile birlikte geçirmeyecektim? Zaman ne kadar acımasız olabiliyor. İnsana kurallarını nasıl yıktırıyor. Hayat nasıl da iskambil kağıdından bir ev gibi yıkılıveriyor insanın üzerine... Ama bu ev acıtıyor. Demirden yapılmış iskambiller, deprem geçirirken minik yumuşak kıkırdaklı bir bebeği nasıl ezerse, bebek ne kadar çaresiz ve savunmasızsa, ben işte öyleyim. Bu deprem beni parçaladı, enkaz bile değil, enkazın altında ezilmiş bir ...

 

-Neler düşünüyorsun?

 

Elini omuzuma koyuyor. Elimdeki içki bardağını alıp bir kenara koyuyor. Titriyorum. Bu evde içine girecek bir delik, kaçacak bir köşe neden yok? Yanıma oturup bana sarılıyor. Kendimi bir anlığına çekiyorum, sonra başımı omuzuna yaslıyorum. Artık dayanamıyorum. Derinlere gidecek kırıntı duyguları yıkamak için birkaç damla daha akıyor yanaklarıma. Gözyaşlarımı siliyor. Sessizce oturuyoruz öyle, gece gözkapaklarımızı ağırlaştırmadan, kımıldamadan... Rüzgar tül perdeyi havalandırıyor ve müzik hala çalıyor...

 

 

Yıllar öncesine gidiyor gözlerim. Yavaşça bedenimden çıkıp odanın ortasına doğru kayıyorum. Mekan değişiyor, önce şeffaf bir resim üç boyutlu dolduruyor odayı, sonra oda o resim oluyor. Tavanda yüksek kristal bir avizenin altında, loş ışıkların aydınlattığı büyük bir salon. İncecik bir kadın, uzun koyu renk tuvaletiyle, dönüyor, dönüyor, dönüyor. Valsin notaları kulaklarından silinip, şimdi üzerinde toplanmış olan bir çift kıvılcımlı göze kilitleniyor. Sonra salondan dönerek çıktıkları balkondan, gökyüzüne bakıyorlar.

 

-Seni seviyorum.

-??

 

Salondan geri geliyorum. Aslında hala o salonda valsin müziğiyle dönüyor olmalıydım. Başımı omuzundan kaldırıp yüzüne bakıyorum. Üzgün görünüyor. Gözlerim acıyor, içim acıyor. Votka limonlu bardağı uzatıyor bana, bir yudum da kendisi alırken.

 

-Böyle olsun istemezdim.

-...

 

Bilmiyor mu ki insanlar çok kolay yıkarlar ince ince ördükleri duvarları, kazandıkları kalpleri çok kolay parçalarlar. Antika bir vazoyu parçalar gibi... Büyütmekten vaz geçtiysen sevgin öksüz kalır, küçülür, kabuğuna çekilir. Onu oradan çıkartmak için bir başka uğraşman gerekir artık. Eski bir tablonun üzerine yenisini boyamak, köhne bir banyoyu adam etmeye çalışmak gibi. Zor. Çok zor.

 

-Birlikte bir tatile çıkalım.

-....

 

Düşünüyorum. Üç yıl önce olsaydı, boynuna sarılır, havalara sıçrar, öpücüklere boğardım onu. Sonra günlerce bavuluma koyacaklarımı planlar, birkaç parça seksi iç çamaşırı da tıkıştırır, her giysim için başka bir takı ve mutlaka yüksek topuklu bir ayakkabı koyardım. Sonra uzun yürüyüşler için spor ayakkabılarımı, okumayı planlayıp da okuyamadığım kitaplarımdan bir iki tanesini, geniş kenarlı şapkalarımdan birini...

 

-Ne dersin, tatile çıkalım mı birlikte?

 

Üsteliyor. Nasıl onunla birlikte olurum? Bu yolculuğa nasıl birlikte devam ederim? İçimde coşku, sevinç, aşk yokken nasıl gün batımını seyrederim birlikte? Sonra bir iki kadeh atıp da başım hafif dumanlandığında...

 

-Belki sana da iyi gelir bir tatil, ne dersin?

 

Bir fırsat olur belki konuşmak için. Belki ortam tekrar ateşler duyguları, anıları. Yüzüne bakıyorum. Mum ışığında yüzündeki gölgeler titriyor. Gözlerindeki hüznü örtmeye yetmiyor karanlık. Bu kez ciddi, anlıyorum. Yanağına bir hafif öpücük dokunduruyorum, kalkıyorum sessizce. Sonradan farkediyorum yine cevap vermediğimi.

 

-Olur. İstersen deneyelim.

-Yarın yer ayırtırım olur mu? Senin sevdiğin bir yer var aklımda.

-Tamam.

 

Neresi, sormuyorum. Ne farkeder ki. Burada böyle olmaktan iyidir. Gözlerim kapanıyor. Yorganı başıma çekip, ayaklarımı karnıma topluyor, kendimi bırakıyorum.

Masmavi bir gökyüzünde, ağaçların arasından süzülüyorum. Binalar yukarıdan maket gibi görünüyor. Çok mutluyum. Ağaçları ve binları seyrederek uçuyorum. Bir buluta giriyorum birden, karanlık bir buluta. Sıçrayarak uyanıyorum. Şaşkınlıkla etrafıma bakıyorum, başka bir yerdeyim. O şehir, ağaçlar yok.

Sabahın ilk ışıkları yarı açık kalmış perdeden süzülüyor. Birazdan yeni bir gün, yeni saatler, dakikalar başlayacak. Yine uzayıp gidecek zaman. Fotoğraflar ve duygular kopuk ve anlamsız dolaşacak beynimin kıvrımlarında.

 

Ani bir hareketle kalkıyorum. Anı defterimi arıyorum ümitsizce. Ya okuduysa? Yok. Benim çekmecelerimi karıştırmaz. Hay Allah!.. Acaba nereye sakladım? Orada, başucumda, açık duruyor. Neler oluyor bana? Aniden, sarsılarak gülmeye başlıyorum. Korkuyla açık sayfaya bakıyorum:

 

“Bu gece onunla konuşmalıyım. Ondan nefret etmeye başlamadan bu işi bitirmeliyim. Beraberliğimiz bir kabusa dönüşmeden. Kimseden yardım alamıyorum. Kimseye söyleyemiyorum. Ona da. Söylemeliyim. ‘Seni yanımda uyurken görmeye, nefesini hissetmeye dayanamıyorum. Senin için en küçük bir şey yapmak istemiyorum. Sana bir bardak su getirmek, hatta gülümsediğini görmek, seninle bir saniyenin milyonda birini bile paylaşmak istemiyorum.’ Bunları söylemeliyim.”

 

Söylemesem de olur eğer bittiyse... O bitirdiyse ben çoktan bitirmiş olmalıydım. Bir şeyler azar azar hatlarını kaybedip, rengini, kokusunu kaybedip, ruhsuz bir şekil gibi içi boş duruyorsa ortalık yerde, ille de anlam eklemeye, ruh eklemeye çalışmanın yararı yok.

Kalemi alıyorum elime:

“Dün gece benimle birlikte tatile çıkmak istedi. Sevdiğim bir yer biliyormuş. Yine konuşamadım, ama sanırım bir tatil iyi gelecek.”

Artık yazmayacağım. Dışarıyı seyrediyorum, bulutları. “Zamansız ve mekansız bir tatil” düşüncesiyle dalıyorum bir süre. Nereye gideceğimi, ne kadar kalacağımı bilmediğim bir tatil için bavul hazırlamayı düşlüyorum. Bavulda her mevsimden bir şeyler olmalı. Her yaşta, her mekanda, üzgün, neşeli, genç, yaşlı ruh halleri için bir şeyler olmalı. Farklı kadınların giyeceği bir şeyler olmalı. Bir an kendime dışarıdan bakıyorum. Bu tatili istiyor gibiyim. Bir heyecan, bir kıpırtı oluştu içimde. Sonra onun bavulunu da hep benim hazırladığımı düşünüyorum. Ne kadar olmuştu onun için bir şeyler yapmayalı? Ya o benim için ne kadar zamandır bir şeyler yapmıyordu? Yabancılaşma. Küçük küçük, farkettirmeden, yormadan, sinsice... Uyuşturucu almak gibi.

Mutfağa gideyim. Çayımı içip, biraz bir şeyler yesem iyi gelir. Bu arada düşünürüm. Ne düşünmesi? Düşünmek seni bir kabusun içine tekrar tekrar çekiyor. Kafanı kaldıramıyorsun. Hayatla bağların kesildi. Git dışarıya yaşa. Öbür insanlara bak. Sen salaksın. Kendini sevmek için bir neden yarat. Kendini içine fırlatıp attığın bu tayfunun içinden çıkmak için bir şeyler yap. Bir şeyler yap! Bir şeyler yap!

 

Ses kulaklarımda yankılanıyor. İstemeden ellerimle kulaklarımı kapatıyorum. İç sesimi sanki ellerim durduracak. Sanki eğer duymazsam gerçeklik de değişecek. Dolaba yürüyorum. En sevdiğim çay bardağını alıyorum usulca. Güzel, zarif, ince porselenden. Bugün her şey çok farklı olmalı. Çayı dolduruken o güzel kırmızı rengi de içime dolduruyorum. Dumanlarını seyrediyorum bir süre. Dudaklarıma yaklaştırıp bir süre bekliyorum. Kokusunu duyuyorum...

 

Güzel bir banyo ardından. Banyoya uzun zamandır kullanmadığım şu aromatik kapsüllerden koymalıyım. Sonra bir mum yakmalıyım. Cildimin soluklandığını, yanaklarımın pembeleştiğini, kaslarımın gevşediğini hissetmeliyim. Gözlerimi kapamalıyım. Öyle kalmalıyım uzun uzun ...

 

Anahtar sesi. Bir iki paketin, bozuk paranın masaya konuluşunun sesi, mutfakta bardak tabak sesi, balkon kapısının açılma sesi. Sonra gazete hışırtısı, gidip gelmeler, bir şeyleri indirip kaldırmalar...

 

-Artık işin bitmedi mi banyoda? Biletleri aldım. Akşama gidiyoruz.

-Mutfakta çay var, kendine bir fincan koy. Ben iyiyim, birazdan çıkıyorum.

 

Çok anlamsız bir cevap oldu. Artık aldırmıyorum. Anlamsız şeyleri anlamlandırmaya çalışmak beni tükettiği için ancak bu kadar konuşabiliyorum. Banyo iyi geldi. Kafamı uzatıp bakıyorum. Her zamanki gibi koltuğa kurulmuş, elinde gazetesi ve birası, dünyadan soyutlanmış, ceketini ve çoraplarını bir yerlere atmış...

Yukarıdaki raflardan bavulumu indiriyorum. ‘Sarhoş ikilinin meyhane konuşmalarına benzedi konuşmamız’ diyorum kendi kendime, hala verdiğim cevaba takılmış halde. İkisi de anlatır ama birbirlerini dinlemezler. Yoksa insana bir tek kendisi yetiyor mu? Peki o zaman şu aşk denen yanılsama nereden çıkıp yaşamımızı vuruyor? Neden yavaşça dünyamızdan elini eteğini çekince eskiden aşk olan her şey artık kâbus oluyor? Bana evlenme yıldönümümüzde aldığı saten geceliğe takılıyor kolum. Gecelik, yavaşlatılmış bir film gibi askısından kayıp alttaki ıvır zıvırın üzerini örtüyor. Tuhaf bir hayranlıkla geceliği okşuyorum. O akşamki gibi duru bir gülümseme ile, sevildiğini bilen bir kadının gücü ve çekiciliğiyle donatılmış gibiyim. Geceliği giyip, oraya öylece uzanıyorum. “Uyuyan güzel”. Bir prens gelip, boğazıma düğümlenmiş olan o zehirli elmayı çıkarmak için, bir öpücük konduracak. Masallarda tek bir prens olur. Oysa yaşam... Prensler de çoktur, prensesler de. Masallardaki uzak diyarlar, şehrin, kasabanın, evin, odanın içine sıkışmıştır gerçek yaşamda. Başka prensler ve prensesler düşleyen, sürekli başka masallarda dolaşan kahramanlar artık prensesin ölmesine aldırmayacaktır. Nasıl olsa başka prensesler, öpücük için hazır bekliyordur, ya da prenses başka bir prensle gitmeye hazırdır.

Geceliği bavuluma koydum. Hüzün kapladı içimi. Bu geceliğe her kadın bayılırdı. Acaba punk kızına da uyar mıydı bu? Bir yerlerde saklı dişiliği mutlaka kalıpları kırıp kendini gösterecekti. Evet. Gözlerinin altı siyaha boyanmış, kısa kesilmiş saçları, kırmızı ruju, uzun koyu kahve tırnakları, iri sallanan küpeleriyle geceliği severdi punk kızı. Sonra elinde mikrofonuyla sahnede gecelikle şarkı söylerken hayal ettim onu. Punk kızı vamp kadın oluyor, sonra geceliği giymiş iş kadını elinde evrak çantası ve yüksek topuklarıyla iş toplantısının olduğu odaya dalıyordu. Erkeklerin şaşkın bakışları arasında sunumunu yapıyor, geldiği gibi odayı terkediyordu. Evet. Seksi bir gecelikti bu.

Peki ben nereye ve ne kadar süre olduğunu bilmediğim bir geziye ve ne yapacağımı bilmeden gidecekken, bu geceliği neden öyle bir fetiş haline getiriyordum? Yoksa hala onu seviyor muydum? Benimle sevişmek isterse bir robot gibi, kukla gibi hemen kollarına mı atılacaktım? Hayır. Tüm bu düşünceler gecelikten nefret etmeme yetmiyor. Gecelik benim dişiliğim, sevgim, özgüvenim. Gecelik onun bana biten sevgisini değil, benim güzelliğimi ve umutlarımı anlatıyor bana. Kendime güvenimi ve sevgimi kaybettiğimde ona bakıp, toparlanmak ve yeni bir adım atmak için orada, bavulumda, dolabımda, hatta üzerimde olacak. Tenimi yumuşak bir örtü gibi saracak, ve bana hatırlatacak. ‘Sen sevilmeye layık bir kadınsın. Güzel ve güçlüsün. Sen izin vermedikçe kimse seni üzemez. Kırılganlıkların, zayıflıkların da insan olmanın gereği. Ben sana bunları anımsatmak, duymuyorsan haykırmak, bağırmak, seni sarsmak için buradayım.’

Elim satenin serin yumuşaklığında dolaşıyor. Dantellerini seyrediyorum bir süre. Sonra bir çift spor çorap, bir iki tişört, şal, bir iki saç tokası...

 

-Artık çıkmamız lazım. Ben arabaya gidiyorum.

 

Dilimin ucuna gelen “Nereye?” sorusunu yutuyorum. Sormayacağım. Öylesine gideceğim. Bilinmeyen bir yere, onun götürdüğü yere. Birazdan kapıda görüneceğim. Saçlarım arkada sıkıca bağlanmış, üzerimde çok sevdiğim o uzun elbise, elimde deri saplı bej keten çantam, içinde bir iki ıvır zıvır...

 

 

Yolculuk

 

Arabanın aynasından yüzümü inceliyorum.  Kazayaklarını, dudağımın kenarındaki çizgiyi... Gülünce gamzem görülmüyor artık. Kaşlarımın arasında zaman zaman belirginleşen dikey çizgiye bakıyorum. CD çalara bir müzik koyuyor, Mike Oldfield. Bunu sevdiğimi biliyor. Kişiyi en fazla yaralayan, onu en yakından tanıyan ve en zayıf noktalarını bilendir. Nereden vuracağını bilen. Beni çok iyi tanıyor. Onu inceliyorum. Düzgün burnu, hafif güneş yanığı teni, atletik yapısı, kırlaşmış saçlarıyla hala yakışıklı. Eskiden çok giderdik uzun yolculuklara. Ne kadar dikkati çeken bir çifttik... Hiç unutmuyorum, bir gün havaalanında beklerken, orta yaşlı bir adam yanıma yaklaşmış “eşinizin zevkine hayran oldum” demişti. Tuhaf gelmişti ama, hoşuma da gitmişti. Ona söylemiş miydim, bilmiyorum. Rüya gibi bir tatil geçirmiştik. Havuz başında akşam yemekleri, beyaz eldivenli garsonlar, nefis bir kumsal... Sonra, yıllar sonra aynı yeri bulup anılarımızı tazelemek istemiştik. Kaldığımız otel, çevresine yapılmış yeni ve yüksek otellerin arasında kaybolmuş, küçülmüş, eskimişti. İçeriye girerken, pek de nazik olmayan bir görevli, “ne için gelmiştiniz?” gibi saçma bir soru yöneltmiş, “biz yıllar önce burada kalmıştık” deyince, “pardon, buyurun gezin o zaman” diye bir kenara çekilmişti. Otelle baş başa kalmıştık. Tam bir hayal kırıklığı. Aynı ilişkimizde olduğu gibi. İlişkimiz de eskimiş, yara almış, zevksiz ve bakımsız kalmıştı.

 

-Bu şarkıyı ilk kez dinlediğimiz günü hatırlıyor musun?

-...

-Bana hediye etmiştin. Büyük bir heyecanla bulup getirmiştin bu müziği.

-Evet. Bir dergide okumuştum.

-Ben de bu ne biçim şey diye bir kenara atmıştım

-Ben defalarca, defalarca dinlemiştim. Her notasını zihnime kazımıştım.

-Bana kızmadın, kavga çıkarmadın

-Bana yakışmaz (gülümseme).

 

Dalıyorum yine. Kavga etmeyi sevmezdim, evet. O da beni zorlamazdı. Kavga etseydik keşke. Keşke küskünlüklerimi, arkama aldığım ağırlıkları, yorgunluklarımı yadsımasaydım. Keşke her şey hep iyi olmalıdır diye onarmak, örtmek, saklamak zorunda hissetmeseydim kendimi. O zaman belki kabuk değiştirecekti ilişkimiz, sancılar çekecekti ama canlı olacaktı. Yeniden, yeniden doğacaktı. Her yüzleşmede bir düğüm çözülecekti. Belki hanımefendi değil, sokak kadınını oynamak zorunda olacaktım. Sokaklardaki savunmasız, acılı, ama güçlü, büyümüş kadınlar gibi kadın olacaktım. Kaktüs gibi. Oysa ben susuzluğa bir gün bile dayanamayan nadide çiçekler gibi kırılgan, soluk, hafiftim. Zekâm çekingenliklerimin ve esnekliğimin altında ezildi.

 

-Acıktım. Mola verelim biraz.

-Sen bilirsin.

-Sen acıkmadın mı?

-Bir şeyler atıştırırım ben de.

 

Mola verdiğimiz yer yeşil ağaçların çevrelediği, küçük tahta masaların üzerine kırmızı kareli örtülerin serilmiş olduğu bir kır kahvesi. İçeriye başımı uzatıp bakıyorum. Şişman bir kadın telaşla ellerini eteklerine silip, masaya tabak bardak getirmeye koyuluyor. Bir yandan da diğer masaların tozunu almakta olan yeni yetmeye sesleniyor.

 

-Bak müşteri geldi. Sen benim yerime geç de burası boş kalmasın. Hoşgeldiniz beyim. Ne vereyim size?

-Neyiniz vardı?

-Köftemiz, böreğimiz, salatamız, isterseniz menemen...

-Sen hepsinden bir şeyler yap azar azar. Yalnız çabuk olsun, yolumuz uzun.

-Siz merak etmeyin. Arkasından da çok güzel çayımız var.

-İşte buna çok sevindim.

 

Onu izliyorum yine. Aslında değişen o değil, benim. O aynı yakışıklı, olumlu, hayata bağlı, içinde çocuğu barındıran adam. Ama ben... Ben büyürken yalnız kaldım. Ben onu yoluma katamadım. Onu rahatsız da etmedim. O kendi dünyasında mutluydu. Ben kendime yaratacağım yeni dünyanın peşindeydim. Böyle harcadık birlikte olan zamanları. Onun suçu yoktu.

 

Suçu yok muydu? O dünyada herşeyden çok sevdiği, büyük aşkı gün be gün elinden kayıp, kendi dünyasına kapanırken neredeydi? Nasıl derinleşmeye ve yükselmeye sırt çevirmişti? O aşağıya inerken nasıl tutamamış, yükselirken nasıl onu izlememişti? Tembellik? Sığlık? Ruhsuzluk?

Peki sen ona neden söylemedin? Neden uyarmadın? Madem o kadar yıkıcıydı bu senin için, neden karşına alıp konuşmadın? O senin kocandı. Hayat arkadaşındı. Neden suçu ona atmak kolay geliyor?

Konuşmak istedim. Olmadı. Kendi macerama çok dalmıştım. Anlamadım. Onu ihmal ettim. Bilmediğim bir yere gitmeye çalışırken onu kaybettim.

Peki hala istiyor musun onu?

Evet. İstiyorum, ama böyle değil.

Onu değiştirmeye çalışıyorsun. Onu olduğu gibi istemiyorsun. Onu sevmiyorsun!

Hayır! Seviyorum!

HAYIR! SEVİYORUM!

 

Aniden kendi sesimle irkiliyorum. Şaşkın gözlerle bana bakıyor.

 

-İyi misin sen?

-İyiyim. Aldırma.

-Sonunda itiraf ettin (gülümsüyor).

-Beni zorlama. Sonra konuşuruz.

 

Masaya köftelerimiz geliyor, aç kurtlar gibi saldırıyoruz. Bu kadar acıktığımı anlamamışım. Konu değiştiği için seviniyorum. Utanmış, açık vermiş, kendimi köşeye sıkıştırmış bir haldeyim. Karışık duygular içinde göz ucuyla onu kolluyorum. Hızlı hızlı tabağındakileri atıştırıyor. Benim itirafım geçti gitti. İçim rahatlıyor, çünkü kendi dünyamdan uzaklaşmak zorunda değilim.

 

Kendi dünyam! Nedir ki kendi dünyam? Bu kadar ayrı olmak zorunda mıyım? Dünyayı böylesine farklı mı algılamalıyım? Bu kadar mı ciddiye almalıyım? Sıfır hata mı olmalı? Benim dünyamda oyun, şamata, şaşkınlıklar hiç olmamalı mı? Hata yaparak öğrenme lüksünü neden kendime çok görüyorum? İşte,  öğren ne öğreneceksen! Hayatının en tuhaf zamanlarından birini yaşıyorsun. Dün nefret edip iki yüzlü bulduğun adamla bugün saatler süren bir araba yolculuğu yapıyorsun. Seni anlamıyorum.

 

-Bak, çaylarımız geldi. Taze dem.

-Evet. Gerçekten değdi. Buraya daha önce gelmiş miydik?

-Sanırım. Ama başkaları işletiyordu. Çok lezzetli bir şiş yemiştik.

-Köfteler iyiydi. Dönüşte de duralım burada.

 

Yüzüme bakıyor. Sanki çizgilerimde eski güzel günlerimizi yaşıyor. Gözleri kısık, dalgın. Elini uzatıyor. Yavaşça elimi tutuyor.

 

-Senden ayrılamam. Bunu benden isteme.

-Bunu konuşmayalım. Çok uzun bir mesele bu.

-Biz etle tırnak gibiyiz.

 

Gözlerine bakıyorum. Şimdi başı öne eğik, eski zamanlarda, anlıyorum. Aniden kalkıyor.

 

-Haklısın. Uzun bir mesele. Sonra konuşalım. Önümüzde uzun günler var. Yalnızca seni sevdiğimi bil.

 

Yine gece

 

Çılgın bir gece. Sahildeyiz. Bütün gece dansedip, kadehler devirdikten sonra, gecenin sessizliğine dalıp koyu laciverde bırakıyoruz kendimizi. Ayakkabılarım elimde, başım dumanlı. Yanan ayaklarım ıslak kumlara vuran dalgalarla serinliyor. Uzakta bir iki teknenin yanan ışıkları koyu mavilikte mücevher gibi parlıyor. Diskoların sesleri giderek uzaklaşıyor ve bir iki serseri sokak köpeği yanımızdan geçip gidiyor. Ayaklarının tempolu fısıltıları gecede hafif bir nota gibi. Salkım söğütlerin mor kokuları ve serin dokunuşlarının büyüsü, geceyi sarıyor. Kolunu belime doluyor. Sokuluyorum yavaşça.

 

-Seni çok özledim.

 

Cevap vermiyor. Yalnızca daha sıkı sarılıyor. Otelin taş yolları arasından çıkan çimlere bakıyorum. Bir kertenkele hızla kaçıp kayboluyor. Gecenin rengi soluyor, bir iki kanat sesi aceleyle dallarda kayboluyor, doğa yavaş yavaş uyanıyor. Sessizce yatağa uzanıyoruz. Birbirimizi hissetmek için ve uyumak için.

 

Sabah

 

Her zamanki gibi benden erken uyanmış. Duşunu almış, şortunu ve çoraplarını giymiş, balkonda oturuyor. Gözlerini kapatıp yüzünü güneşe vermiş. Saçlarında ışıklar dolaşıyor.

Sendeleyerek banyoya gidiyorum. Üzerimde akşamdan kalma elbisem, topuzum dağınık, rimellerim akmış... Hemen toparlanmalıyım diyorum. Görüntüm yeni bir başlangıç için hiç de uygun değil. Bir son için de. Son olacaksa, dimdik, ayakta, inadına güzel, alımlı olmalıyım. Midem yanıyor, başım ağrıyor. O ise ayık ve sakin, orada oturmuş sabırla beni bekliyor. Sesini çıkarmadan.

 

-Günaydın hayatım. Kalktın mı?

-Banyodayım.

-Hadi kahvaltıya inelim. Havuz başına hazırlıyorlar.

-Tamam. İstersen sen git, ben giyinip geleyim.

-Nasıl istersen. Sana kahvaltını da alırım, çok gecikme ama.

 

Ne kadar saklansam da, banyoya gelip, perişan halime aldırmadan boynuma bir öpücük konduruyor. Zoraki gülümsüyorum. Kafam çok karışık. Onu sevmemek için bu kadar çabalamak bana fazla geliyor artık. Kendimi zamanın akışına bırakacağım.

Ne kadar sinir bir yaratık olmaya başladım. Beni seven ve etrafımda pervane olan yakışıklı bir adam var, bense bunalımlardayım.

Sen bunalıma kendiliğinden girmedin. Erkeklerin klasik hatasını yaptı.

Tamam yaptı, ama pişman, özür diliyor, bu kadar acımasız olma.

Ben ona kalbimi kapattım. Bir şey hissetmiyorum. Kendime yeni bir yol çizmek istiyorum.

Seni anlıyorum ama, ona hiç bir şans vermeyecek misin?

Bilmiyorum. Bilmiyorum. Fazla duygusalım belki. Belki bu kadar incinmemin nedeni onu kendimle çok özdeşleştirmem oldu. Ondan kopmak çok zorladı beni. Bunu yaşadım, kabuğumu değiştirdim, özgürleştim, ama şimdi tekrar benimle bir olmak istiyor. Aynı acıyı bir kez daha yaşamak istemiyorum. Ayrılmak, birleşmek, ayrılmak...

Neden tekrar tekrar yaşayasın? Yıllar her şeyi onarır. Çok emeğin var bu ilişkide.

Bazen gemileri yakmak gerekir. Yoksa asla yeniden başlayamazsın.

Başlamak istiyor muyum ki? Hele onunla?

Evet, onun için buradasın.

 

Sanırım çok beklettim. Aceleyle aynaya son kez bakıp... Telefonu yerde. Düşürmüş. Elim titreyerek alıyorum. Kalbimde korkak ve bıkkın çarpıntılar. Ekranda cevapsız aramalar ve mesajlar.

 

12:00  Beni ara. Çok çaresizim.

12:10  Sensiz yaşayamam. Beni bırakma.

12:15  Konuşmalıyız. Çok yalnızım. Korkuyorum.

01:23 Yaşam artık anlamsız. Haplar beni sonsuza kadar uyutacak. Artık gelmesen de olur.

 

Başka mesaj yok. Soğukkanlılıkla elim tuşlarda dolaşıyor. “Mesaj silindi.”  Silinmiş mesajlara geliyorum bu kez. Bir daha, bir daha. Hepsinden kurtuldum. Hafifledim. Bir kabus bitti. Telefonu düştüğü yere bırakıyorum sessizce.

 

Yüzümde bir tiyatro oyuncusunun abartılı sükuneti, kapıyı usulca kapatıyorum. Tanımadığım, sevmediğim, ölmesini istediğim bir kadının yasını tutuyorum şimdi.  “O gece benimleydi memur bey.” Senaryolar beynimde karmakarışık. Punk kızı ve hasır şapkam, kristal avizelerin altındaki vals, onun yüzündeki acı sessizlik, hıçkırıklar, siren sesleri... Merdivenlerden inerken üzerimde dolaşan karanlık bulut yavaş yavaş dağılıyor. Uzaktan, çok uzaktan kırlangıç sürüleri geçiyor. Sabahın temiz ve serin havasını içime çekiyorum. Artık hazırım.

 

S. Füsun 2 Haziran 2009

Konu Ev

 

Kaç defa taşındım acaba ?

İşte öylesine aklıma geldi. Sitemim falan yok. En azından her seferinde başardım. Adaptasyon her seferinde gerçekleşti. Bir yığın koli, koli bantları, iç içe koyulan, arasına gazete kağıdıyla destek yapılan ince porselen fincanlar, bakmayı sevdiğim, kendimi kalıcı olacak evimde hissetmek için yanımda  taşıdıklarım, olmazsa olmaz çiçeklerim, kitaplarım, üstüne üstlük muayenehane aletleri. Şehirlerarası. Her seferinde iki ev taşımak gibi.

İlk başlarda müthiş bir planlama yapıp kolilerin bazılarını aylar öncesinden hazırlayıp bir süre de barakada yaşar gibi zaman geçirmek…Hiç farketmez. Sonunda oluyor. Taşıyıcı firma bulmak, yerleştirmeye nezaret etmek, hatta bazı kıymetli evrak vs’yi önceden arabayla taşıyıp emniyete almak…

Sonra da eşyalar eve geldiğinde kırılan dokülenlerin yasını tutmak…

Dile kolay. Şehirlerarası. Bir seferinde yedi diye saymıştım. Aklıma geldi. Bir de evde tadilat yapılırken neredeyse taşındım. Ustaların başında duramadığım için tüm değerli ya da benim değer verdiğim eşya -takı- ödeme belgesi ne varsa bir de onları taşımıştım.  Bavullarla.

Niye o kadar taşındın diye sormayın. Başka şeyler de anlatmam gerekir o zaman, ama bunlar susmamı gerektiren konular. Eninde sonunda su yatağını bulur gibi bir şey söyleyip konuyu kapatalım.

Aslında evle olan o çekişmeli ilişkimi hiç düşünmemiştim bu zamana kadar. Bana kalsa insan ilk doğduğu evde yaşamalı. Hadi diyelim yuvadan uçtun, sonrasında da yeri belli olmalı. Taş yerinde ağırdır derler ya. Ama hayalimdeki ev öyle az buz değil. Şato gibi bir şey. Sarmaşıklarla kaplı taş duvarları olacak, içinde meşale benzeri aydınlatılmış koridorlar, yüksek tavanlar, yüksek tavanlardan sarkan ışıl ışıl avizeler, üzerinde tüller olan yüksek yataklar… Sonra döne döne yükselen merdivenler… Sanırım eski yaşamımda bir ortaçağ prensesiydim. Kızkardeşimle kurduğumuz hayali de eklersem tablo tamam olur. Albert adlı uşağımız ve bize akşamüstü getirdiği kek ve süt. Şimdi bunu hatırladığımızda komik geliyor. Bugün olsa çay ya da kahve isterdim ama o zaman beyaz eldivenli ve siyah fraklı uşağımızı tabloya oturtmak bizi mutlu ederdi.

Bu küçük saptamadan sonra evle olan çekişmeme başka açıdan bakmayı deneyeyim: Yaşam  sürüp giderken ne kadar çok biriktirdiğimizi, anılarla ne kadar sarmaş dolaş olduğumuzu, bırakmak ve yetinmek gibi bir düşüncemizin hiç olamadığını düşünüyorum. En azından bende yoktu. En azından o zamanlar. Bu eve taşındığımda üç ay öncesinden başlayıp ciddi bir Feng-Şui yapmıştım. Buna albümlerdeki fotoğraflar da dahildi. Seçmek, bir kısmını keserek, bir kısmını yakarak imha etmek, güzel olanları yeniden yerleştirmek, bazı fotoğrafları da tarayıp bilgisayara aktarmak günlerimi almıştı. Fotoğrafçılık da devreye girince kendimi izliyor, neden bazılarını hala tuttuğumu hayretle gözlemliyordum. Resimleri yok etmeme Emre önce bozulmuş, sonra albümlerin son halini gördüğünde çok sevmişti. Onunla birlikte albümlere bakıp nostalji yaptığımız geliyor aklıma. Babamın dosyaları, benim evraklarım, boyalarım, resimlerim, fotoğraflar, fotoğraflar…

Hem fotoğraf çeken hem de anılara tutunan bir insan olarak en çok içimi acıtan, bizim arkamızdan o fotoğrafların ne olacağıdır. Duygudaşlığın tükenmekte olduğu şimdiki zamanda, dünyada yaşamış ve yaşayacak insanların çoğunun fotoğraflarının, özel anların, sevgi dolu bakışların, hüzünlerin  üstüste atılıp satılığa çıktığını ya da kaybolup gittiğini düşünürüm zaman zaman. Sahaflarda yitip giden hayatları gördüğümde yaşamın ne kadar uçucu bir şey olduğunu düşünürüm bir de… O zaman insanın yaşamı kendisiyle sınırlıymış gibi gelir. Fotoğraflar zarif kabartmalarla işlenmiş mezar taşları gibi gelir. Büyük bir ailen olmadığında anıların da seninle gider. Bazı kez ailen de olsa gider. Dünyanın en büyüğü olduğunu düşünen ve adını altın harflerle bir tepeye yazmaya giden bir eski zaman kahramanının, adını yazacak yer bulamaması ve o anda yaşadığı hayal kırıklığı gibi. Onu gören bilge, “Kendi adını yazmak için başka bir adı silmen gerekir”demişti. “Hiç kimse dünyada kalıcı bir iz bırakamaz”.

Evle çekişmeme tekrar gelirsek, o mesele benim için çok anlam taşıyor. Dekorasyona, resme, matematiğe meraklı ve göz hafızası kuvvetli görsel bir insan olarak, çocuklukta evlerin süpürgeliklerinin neden aynı kalınlıkta yapılmadığını ve köşelerin işçiliğinin neden üstünkörü olduğunu kafama takar ve buna benzer çok sayıda düzensizliği çözmeye çalışırdım. Böyle boş işlerle haşır neşir olmak elbette bir yere kadar olur ve dünyanın eksenini düzeltme konusuna hiç girmezdim. Çocukken ne olacağımı sorduklarında  doktor ya da mimar demiştim. Belki yanlış meslek seçmesem bu işleri çözmüş de olabilirdim.

Sonuçta her taşındığım evde bozuk, kırık, eğri ne varsa tamir etmek ya da ettirmekle geçirdiğim zamanda bir okul daha bitirebilirdim. Özeleştiri elbette ama yapmasaydım da rahat yaşayamazdım. 20 yıllık devlet hizmetimde beni en çok rahatsız eden, gri metal zevksiz aşınmış sandalyeler, masalar, boyaları dökülmüş kişiliksiz renklerdeki duvarlardı. Özel sektöre kendimi attığımda beni en mutlu edense, kendime ait kullanabileceğim bir masam ve odam olmasıydı. Elbette her ikisinin farklı artı-eksileri var ama sözün gelişi diyelim.

Böylece geçen yıllar içinde evler beni gerçekten sevdi mi, ben onları sevdim mi bilemiyorum. Ama yaşamış olduğum her eve kendimden bir parça bırakmak, yaratmak, düzenlemek, şimdiki zamanlarda ise sadeleştirmek beni mutlu etti, itiraf ediyorum. Akşam geldiğimde piyanomu çalarken, piyanomun üstünde asılı otoportreme bakarken, çiçeklerimin solan yapraklarını ayıklarken, televizyonda Anthony Bourdain seyrederken, mavi cam objelerime gözüm değdiğinde, kendim olduğumu ve burada bana ait çok şey olduğunu bilmek beni mutlu etti.

Bu evde de ilk aylarım tahmin edebileceğiniz gibi geçti. Her biri ayrı fenomen olan değişen kapıcılar, üst paragraflarda belirtildiği gibi eğri duran prizlerden tam oturmayan çekmecelere ve yanmayan ampullere kadar tamirci ve boyacıların peşinde koşmak, tam iki ay digitürk’ü bağlatamadığım için sinirlenip üç ay kapattırmak, internet bağlantısını yapamayan teknisyenlerle ve firmayla düello… Yaşamsal öncelikler bu şekilde çözüldü. Bir yandan da üç ay öncesinde başladığım sadeleştirme işlemi altı ay daha sürdü. Günümüzde daha yavaş bir tempoda devam ediyor.

Yaşanmış zamanlarda değişen dünyanın başdöndrücü hızının bir damgası olacak elbette. Ama değişen evlerle birlikte ben de değişiyorum, anladım. Okuduğum kitaplar, internetten aldığım eğitimler, yaptığım resimler değişiyor. Eğer değişmiyorsa yaşamamışsınızdır. Hep aynı resmi yapıyorsanız ilerlemiyorssunuzdur. Hep aynı insanla konuşuyorsanız tükeniyorsunuzdur. Hatta aynı insanla aynı şeyleri konuşuyorsanız da, konuşmuyorsunuz demektir. Godo’yu bekler gibi. Hayat bir değişim yeri. Siz değiştikçe etrafınız da değişiyor aslında. O devinimi yaşıyor, beyninizi, o muhteşem organı ayakta tutuyorsunuz.  Mesela bu yazıyı yazıyor, onu okuyan insanlarla kendi dünyanızı ve kafanızın içinde uçuşanları paylaşıyorsunuz. Siz koltuğunuzda otururken, ya da sevdiğiniz bir şarkıyı mırıldanırken, sanal ortamda birisi sizinle oluyor.

Yine de kafamda bir taşınma fikri var. Ayaklarımı uzatıp sahili seyredeceğim, balıkçılarla dost olacağım, yeşile hasretimi gidereceğim, yağmurda ıslanacağım, odama kapanıp yazıp yazıp yazıp… Resimlerimi yapacağım bir yer bulacağım elbette. Uzaklarda. Taa uzaklarda…

 

S. Füsun 27 kasım 2020

Bir Masal Şehir

 

Öğle tatillerinde o havuzun olduğu yere gider, tahta bir banka oturup uzakta görülen Dicle nehrini izler, sallara bakar, o insanların yaşamlarını hayal etmeye çalışırdım... Karpuz tarlalarını, nehirde kaybolup giden gelinleri, ‘nan he ye’ diye anlamadığım bir dilde konuşan insanları…

 

Çocukluğum. Bir tren yolculuğu. Ferda ve ben penceredeyiz. Raylarda, tünellerde, durulan şehirlerde bitmez tükenmez oyunlar bulan, yorgun, uykusuz ama meraklı iki çocuk.

-Diyarbakır’a gidiyoruz.

-Orası neresi anne?

-Uzak bir yer canım. Trene bineceğiz.

-Ne kadar uzak?

-İki gün sürüyor.

-???

Babamın İngiltere’den dönüşünden sonra sıkıntılı günler. İki yıl sürecek şark hizmeti. Önceki iki yıllık ayrılığın ve parasızlığın ardından, hep birlikte toplanıp gitmiştik.

‘Orası gelişmiş bir şehirmiş. Şarkın Paris’i diyorlar.’ 

Uzun bir yolculuk. Lokomotif seslerini ninni yaparak, trenin içinde koşuşturarak, burnumuzu pencerelere yapıştırarak, tünellere her girişte çığlıklar atarak gidiyorduk. Her yer bozkır. Uçsuz bucaksız çayırlar, kısa minareli küçük köyler, ekin peşinde köylüler, el sallayan köylü çocukları…

Sonra dereler, söğüt ağaçları, yine tüneller, tüneller, raylar, yorgun ve soluk yüzlü istasyon memurları, bavullarıyla peronlarda bekleyen başka yolcular…

Diyarbakır. Babamın bir öğretmen arkadaşının evi. Ailece evlerinin bir odasına sığışmıştık, tam dört kişi… Kendimize ev bulmamız sandığımızdan da uzun sürmüştü. Yetmezmiş gibi beni okula almamışlardı. Diyarbakır koleji müdürü, beni kabul etmemişti. Kadıköy Maarif Kolejini kazanan ilk kız öğrencilerden birini! İlk bir iki ayımı evde geçirmek zorunda kalmıştım. Müzik öğretmeni olan bu müdürü esmer teni, asık ve zayıf suratı, kahverengi takım elbisesi, söylettiği kötü ruhsuz şarkılar ve belki de şarkıları sevemediğim için bana verdiği vasat notlarla anımsarım.

Sonunda taşınmıştık. Şimdilik evi babamın yalnız yaşayan bir öğretmen arkadaşıyla paylaşıyorduk. Yaşlı, sarışın, kokoş bir hanım. Ufak tefek, ince, hoş ve bakımlı. Sanki babamda ve diğer birçok erkekte gözü varmış gibi, nazlı, içten pazarlıklı ve kaprisli bir kadındı Leman hanım. İngiltere’ye babam gibi burslu gitmişti. Annem her zamanki hanımefendiliğiyle, temiz kalbiyle ve duygusal zekâsıyla durumu idare ediyordu. Ona yaptığı yemeklerden ikram ediyor, işlerine yardım ediyordu. Neyse ki Leman hanım bir süre sonra ayrı bir eve çıktı, evin en büyük ve balkonlu odası da bize kaldı.

Artık daha rahat, daha mutluyduk. Ben bir yığın yazışmalardan sonra geç de olsa Diyarbakır Koleji’ne başladım. Sınıflarda hiç sevmediğim bir kitap okutuluyordu. Küçük, samanlı kâğıtlara basılmış Gatenby. Konuşulanlardan hiç bir şey anlamıyordum. Artık babamın bana öğrettiği İngilizce kelimeler yetmiyordu. Çok üzgün ve kırgındım. Bir ay sonra beni başka bir sınıfa aldılar ve Günay adlı, uzun boylu, esmer, kısa saçlı ve ‘çirkin’ bir kızla yan yana oturttular. Bu kadarına artık dayanamamış ve başlamıştım ağlamaya... Üstelik ‘çirkin’!!!

Günay’la sonradan çok iyi anlaştık. Yeni öğretmenlerim Mr. Ve Mrs. Auer da son derece tecrübeli bir çiftti ve bize kendi geliştirdikleri şematik yöntem ve fonetik alfabeyle çok sağlam bir dil eğitimi verdiler. Kara kuru, ufak tefek ve çirkin bir İngilizce hocamız daha vardı, o da mükemmel bir öğretmendi ve ben kısa sürede sınıfın en iyi iki öğrencisinden biri olmuştum.

Öğle tatillerimiz yakar topla, ip atlamayla, eğlence, heyecan ve renkle doluydu. Şampiyonalar bile düzenliyorduk. Arkadaşlarımın çok azı aklımda. Ama okuldaki havuzun başında verdiğimiz İngilizce temsili, ‘happy birthday to you’ şarkısını sınıfça söylediğimizi hatırlıyorum. Hayaller kurduğum o havuzun başında…

Diyarbakır tuhaf bir şehirdi. Kale içi ve kale dışı diye sanki ikiye ayrılmıştı. Memurlar, görevliler, okumuş kesim kale içinde oturur, şehrin diğer insanları kale dışında yaşardı. Kale dışında çokça Kürtçe konuşulurdu. Sanki hem fiziksel, hem sosyal ve ruhsal bir bölünmeydi bu. Kale içinde insanlar birbirleriyle dostluklar kurar, etkinlikler yaratırlardı. Şehre görevli gelen askerler de yabancıydı. Sabahları ‘enter’ dedikleri, yollarda durup öğrencileri ve yabancıları alan, nefti renkli askeri otobüslere binerdik. Askeri gazinoya da gidip oturur, hatta ara sıra düzenlenen gecelere katılırdık, şarkıcılara eşlik ederdik… Şehir kendine böyle bir yaşam kurmuştu işte. Belki bizim gibi gelip geçen insanlar yurdun uzak bir köşesinde kendilerini daha rahat hissedebilsin, belki güzel anılarla ayrılsın diye.

Babam, annem ve Ferda’yla birlikte, akşamları uzun yürüyüşlere çıkardık. Sıcak Diyarbakır gecelerinde en büyük eğlencelerimizden biriydi bu. Şeyhmus’un nefis sert dondurmasıyla dolu külahlar elimizde, yalanarak, güle oynaya, bahçeler içine kurulmuş iki üç katlı kâgir evlerin olduğu caddelerde yürürdük. Durmadan konuşur, koşar, ılık geceyi içimizde biriktirirdik. Geç saatlerde eve dönerdik.

Evde tuhaf bir av beklerdi bizi. Tavanlarda dolaşan, kızılımsı renkte kanatlı hamam böcekleri. Kocaman. Sanırım evi ilaçlayıp çıkardık gezmeye. Terliklerle kalan böcekleri öldürür, ölmüş olanları süpürür, sonra bilmem nasıl, rahatça uyurduk. Uyumamızın bir nedeni, belki de babamın masallarıydı.

Babam her gece masal anlatırdı bize. Padişahlar, vezirler, cinler, sihirli periler, cüceler... Bir türlü hatırlayıp da yazamadığım yüzlerce masal... Hep bir gün yazmayı istediğim, ama yazamadığım masallar... Uzaktaki şehir ışıklarını İstanbul’un, Boğaz’ın ışıklarına benzeterek avunup, hayaller kurup, dalıp gittiğim geceler, geceler...

Sokaklardan faytonlar geçerdi. Yaşlı ve yorgun atların çektiği faytonlarda elinde kırbaçla oturan, başı puşili, atkılı ve kat kat giyinmiş esmer tenli adamlar olurdu. Kırk derece sıcakta sarınıp sarmalanmış, küçük ince belli bardaklardan sıcak çaylar içen, mutlu ama yabancı adamlar. Sonra katır sürüleri geçerdi caddelerden. Zillerini çala çala, sere serpe, ardarda katırlar geçerdi. Ne ata, ne eşeğe benzeyen, boncuklarla ve zillerle süslenmiş bu hayvanları şaşkınlıkla izlerdim. İstanbul’da hiç katır sürüleri olmazdı. Acaba neden olmazdı?

Sonra bir gün, “kurbağa yağdı” dediler. Caddelerde, sokaklarda, bahçelerde, hatta okulun suyu kurumuş havuzunda zıp zıp zıplayan, yeşil yeşil kurbağalar. Bir Fellini filmi...

Biz küçük hoşluklar yaratarak şehri yaşamaya, şehirle bir olmaya çalışıyorduk. Diyarbakır ucuzdu. Aynı paraya iki misli ekmek alıyor, bol bol et, sebze, meyva yiyorduk. Kendimize buzdolabı, küçük mutfak eşyaları almıştık. Sonra Şeyhmus’un baklava ve burmaları, karpuzlar, kavunlar… Kavun çekirdeklerini güneşte kurutmayı öğrenmiştik. Balkondaki sedire kurulup etrafı seyrederken kavun çekirdeği çitlemeyi de.

Günlerden bir gün, yine balkonda çekirdek çitlerken bahçede oyun oynayan Ferda’yı gözden kaybettim. Annem biraz uzakta çamaşır asıyordu.

-Anne, Ferda nerde?

-Kızım, senin yanında değil miydi?

-Hayır, bahçede oynuyordu.

Annem çılgın gibi fırladı. Koşarak uzaklaşan birkaç çingene gördü. Sonra bir kapının ardında Ferda’nın titrek sesini duydu. Evin altındaki eski, karanlık tuvalette Ferda korkudan büzülmüş, ağlıyordu. Kendisine yaklaşmak isteyen çingenelerden kaçıp tuvalete saklanmıştı. Çingeneler kapıyı zorlamışlar, ama annem yetişince sıvışmışlardı. Gözyaşları, sarılmalar... Sarışın, beyaz tenli ‘Pamuk prenses’imize kavuşmuştuk.  “Seni çingenelerden almıştık zaten” diye kandırırdık hep onu. O da uzun bir süre bu masala inanmıştı.

Ara sıra şehrin çarşısına giderdik. Bizim kapalı çarşımız gibi bir çarşısı vardı. Benim anımsadığım yalnızca karanlık kubbeler, tavana kancalarla asılmış iri ve kanlı etler. Oradan çıkmak için can atardım.

Bir de sineması vardı. Dinar sineması. Bizim sinemalarımız gibi değildi. Bakımsız yırtık koltukları olan, eski, tozlu bir sinemaydı. Bir gece film izlemeye gitmiştik. Tedirgin bir şekilde arka koltuklara yerleşirken, kesif idrar kokuları yaktı burnumuzu. Filmi izleyemedik ve orada artık sinemaya gidemedik.

Günler günleri kovaladı, Ferda ilkokula başladı. Annemden ayrılmak istemiyor, sürekli ağlıyordu. Okulun ilk günü ben götürdüm. Çeke çeke. Hikâyeler anlattım, kaldırımlardan papatyalar topladım. Çok uzun ve zorlu bir yürüyüştü. İkimiz için de… Onu okula götürdüğüm için bir süre küstü bana. Aramız sonradan düzeldi ama abla olmak zordu.  Şimdi de kendisine kâğıt bebek çizmediğim için anneme şikâyet ediyor, öperken sıkıştırdığım için ağlıyordu. Tıpkı bebekliğindeki gibi... 

Oyunlarla, dondurmalar ve tatlılarla, masallarla ve katır sürüleriyle zaman geçti. Yeni bir tren yolculuğu, İstanbul. Babamla bir yıl daha sürecek hasret...

Gözlerim havuzun sularından uzaktaki tepelere kaydı. Sisli, serin bir İstanbul günüydü… Oturduğum banktan yavaşça kalktım. Aklımda sis bulutları arasında dalıp gittiğim şehir ve çocukluğum…

Bir Fellini filmi… 

S. Füsun  1 Aralık 2008

Beyaz gelinlik

 

Elif

Elif halsizdi, cansızdı. Elif bıkkın, isteksizdi… Şöyle bir baktı anası.

-Ne oldu hasta mısın?

-Yoo... Yok bişey.

-Hadi tut da kaldıralım şunu. Daha çok iş var.

- ...

-...

-Çay olmuştur ana.

-Tamam hadi gidelim.

Hızlı ve alışık hareketlerle peşkir serildi, üzerine siniler yerleşti, ekmekler bölündü, çaylar kondu ince belli bardaklara. Bağdaş kurup dinlenildi bir süre. Anne göz ucuyla süzüyordu  Elifi.

“Kızlar da şimilerde pek huysuz oldular. Her şeye bilgiçlik taslıyolar. Bizim zamanımızda böyle miydi anam, büyüklerimiz ne derse o olurdu. Şöyle bi yan gözle baksak, öldürürlerdi alimallah. Anamızın bir kaş göz işareti bize yeterdi. Şuna bak. Günlerdir yüzünden düşen bin parça. Babası anlamasın diye uğraşıyorum, kızın umuru değil. Tutturmuş bu adama varmam diye...”

-Elif kız, akşam görücüye gelecekler. Böyle görmesinler seni, git biraz uyu da yüzüne renk gelsin. Bi tatsızlık olursa baban canımıza okur.

-İstemiyorum dedim ana. Gönlüm yok benim.

-Niye kız? Adamın malı mülkü var. Üstelik sana ayrı ev açıyor. Babanla anlaşmışlar zaten. Bitti bu iş.

-İstemiyorum ana.

-Ne bu halin kız? Büyüdün de bize kafa mı tutuyon? Gelinlik çağa geldin. Evde mi kalacan?

-Ben okuycam ana.

-Ne demek okuycam? Okuycan da başın göğe mi erecek? Yeni adetler çıkarma başımıza.

-Ben köyden gidecem ana.

-Nereye gidecen kız başına? Orospu mu olacan?

-Ben okuycam ana. Öğretmenim bana okul bulacak.

Ümitle annesinin gözlerine baktı Elif, ama annesi gözlerini kaçırdı. Anladı, başını öne eğdi.

-Baban öldürür seni. Dur bakalım bu akşam geçsin de babana kendin anlatırsın.

Şu öğretmen de dert olmuştu başlarına. Kızını ne idüğü belirsiz yerlere inin cinin arasına göndermeyecekti. Köydekilerin de eğlencesi olmayacaktı bu yaştan sonra. Bu kız kocasıyla arasını açacaktı bu inatla. Bir yanda kızı, bir yanda kocası...

-Bak kızım, kısmet ayağına geldi. Okul mokul boş şeyler bunlar. Bizim zamanımızda okul mu vardı...

Elif daldı gitti... Konuşmalar kulaklarında çınlıyordu. Nereden çıkmıştı bu görücü hikayesi... Elifin yılları vardı önünde. Okuyacaktı. Öğretmen olacaktı, köydeki çocuklara öğretecekti bildiklerini. Kadınlara yol açacaktı. Işık olacaktı. Erkekler ona saygı duyacak, fikrini soracak, köye gelen okumuş insanlarla onu konuşturacak, belki de şehirdekiler gibi bir sevdiği olacak ve onunla mutlu yaşayacaktı...

Ama nasıl yapacaktı bunları, bilmiyordu. Öğretmeni ona yardım edecekti. Sınava girecekti, kazanırsa devlet onu okutacaktı. Gülümsedii Elif. Öğretmeni az kişiye bahsetmişti bundan. Ama çalışmalıydı. Kitapları olmalı, gizli bir köşesi olmalıydı. Tarlada bahçede daha az çalışmalı, birazcık destek görmeliydi. Annesi yetişemiyordu beş kişinin yemesi içmesi, çamaşırı, bulaşığına. Erkek kardeşleri kaygısızca koşup oynuyor, tüm işler Elif’den bekleniyordu. İşi zordu. Evlendiğinde evden bir boğaz eksilecekti ama anasının bir yardımcısı da gitmiş olacaktı.

Usulca kalktı, kapıyı arkasından kapattı, boş gözlerle avluya baktı. İncir ağacının altındaki iskemleye bıraktı kendini. Canı sıkkındı. Çaresizlik, yorgunluk, uykusuzluk, bıkkınlık içinde eline bir dal parçası aldı. Toprağa öylesine resimler çizmeye başladı. Dalgın gözlerinde bir ışık yanıp söndü.

Başka bir dünyaya gidecekti Elif.

Belki o dünyada özgür olacaktı, kendisi olacaktı. Kendi duyguları, kendi beyni, kendi elleri ayakları, kendi gülümsemesi olacaktı. Kalbi kendi istediği için, kendi seçtiği birisi için çarpacaktı. Çocuklarına kendi istediği adı koyacak, onları kendi seçtiği zamanlarda uyutacak ve kendi elleriyle yaptığı yemeklerle büyütecekti.  Sonra kocasının elini tutabilecekti belki, yanlarında kimse olmadan, büyüklere aldırmadan. İstediği entariyi rahat rahat giyinip salınıverecekti iki yanı ağaçlıklı yollarda. Kimse görmeyecekti. Kimse görmeyecekti...  Kadınlar kendi aralarında fısıldaşıp arkasından anlamlı anlamlı bakmayacaklardı. Kendisi olacaktı. Kim ne derse desindi

Aslında, bu yolculuğa çıkmayı çok uzun düşünmüştü. Çocuklukla genç kızlık arasına sıkışıp kaldığı o yaşlarda, çocuksu neşesiyle koşup oynarken, arkadaşlarıyla gülüşürken de hep bu vardı aklında. Herkes ne derse desindi. Sonra bir gün, uzaktan kendisine baktığını hissettiği iki göz vardı ya, bir anlığına arkasına döndüğünde yakaladığı, kıvılcımlar saçan bir çift göz…  Şöyle aşağıdan yukarıya kendisini süzdüğünü fark edip, gözlerini kaçırmıştı. Hemen işine dönmüş, ama o bir çift gözü aklından çıkaramıştı.

Konuşamamışlardı bir türlü, hep başkalarının yanındayken görmüştü o gözleri. El ele tutuşamamışlardı, hep uzaktaydılar. Gülümsemişlerdi bir kez birbirlerine, Elifin bebek yanakları pespembe olmuştu, o gözlerin sahibi de başını öne eğmişti. Gerisi gelmemişti. Aklından çıkaramamıştı. Başkası da olmamıştı.

Ağaç dalı bir kalp çizdi. Ortasından bir ok geçti. Üzerine E harfi yazıldı. Yanında başka harf yoktu. Başını kaldırıp göğe baktı Elif. Bulutlar hızlı hızlı geçiyordu. Pamuk gibi beyaz bulutlarla masmavi gökyüzünün karşıtlığına daldı Elif. Sonra kırlangıç sürüleri geçti çığlıklar atarak. Uzaktan bir ezan sesi geldi, at arabalarının koşum takımları ve nal sesleri, sokak kapısının açılıp kapanması...

-Kız Elif, git de su getir bana.

Babasının sesiyle irkildi. Hemen kalktı, içeriye gitti. Bir bardak suyla geldi. Babası ağzını şapırdatarak içti. Elinin tersiyle ağzını sildi. Güneşten kavrulmuş zayıf yüzündeki kısık gözleriyle baktı Elife. Soran bakışlardı bunlar. Ama aynı zamanda dediğim dedik bakışlar. İtiraz kabul etmeyen bakışlar.

-Akşam muhtarın kaynı da geliyo. Ona göre hazırlığınızı yapın. Beni zora sokmayın.

Elif bir şey söyleyemedi. Arkasını döndü, tekrar eve girdi. Yukarı kata çıktı. Çeyiz sandığını açtı. Beyaz bir giysi çıkardı sandıktan. Gelin beyazı. Çeyizindeki işlemelere baktı dalgın gözlerle. Kenarları oyalı, işlemeli örtüler, yazmalar, peçeteler, sabunluklar, yastık kılıfları... Bir iki çocukluk resmini buldu, örgülü saçları havada salınan, ellerini yana açmış, koşarken... Bir başkası da anne ve babasıyla bayramlıklarını giymiş fotoğrafçıda poz vermişken. Odaya baktı. Duvarlardaki açık mavi kireç rengine, tavanın ortasından sarkan lambaya, sedirlere dayanmış sert dikdörtgen yastıklara, tahta pencerelerdeki kısa perdelere ve aradan sızan gün ışığına... Kurmalı metal saatin tiktaklarını dinledi uzun uzun. Sonra saçlarını omuzlarına saldı, sırları dökülmüş küçük aynadaki yüzüne baktı bir süre, beyaz elbiseyi giydi, sedire uzandı, gözlerini kapadı. Kendisine bakan kıvılcımlı gözler geçti düşünden, öğretmeninin kalem tutan zarif parmakları ve kendisine gülen yüzü, annesinin korkulu ve hüzünlü yüzü, kardeşlerinin gülen yüzleri ve incecik bacaklarıyla koşuşturmaları, sonra yine o kıvılcımlı gözler...

Güneş yüksekliğini kaybetmeye yüz tutmuş, pencereden gelen serinlik artmış, sokak lambaları yanmaya başlamıştı. Yavaşça kalkıp balkona çıktı Elif. Annesi aşağıda evi toplamakla uğraşıyordu. Sessizce, aceleyle. Balkondan aşağıya baktı. İncir ağacının altına çizdiği kalbi aradı gözleri. Dışarıdaki havayı içine çekti, karşı bahçedeki ağaçlara bir çift kumru konup tekrar havalandılar. Bir köpek havladı uzakta. Sonra kapının zilini duydu. Babası kapıyı açtı, kadınlı erkekli, ellerinde kurdelelere sarılı paketler olan bir grubu buyur etti. Gelenlere şöyle bir baktı Elif, ruhsuzca, umutsuzca, sıkıcı bir filmi izler gibi yabancılaşmış...

Kendini boşluğa bıraktı. 

Doktorda

Adam boşluğa bakıyordu. Sessizdi. Kadının çaresiz gözleri adamın üzerindeydi. Adam kılığı kıyafeti eski, yorgun, bacaklarını efendice yapıştırmış, eli kucağında, yaşamı üzerinde hiçbir kontrolü olmayan ve almayı-vermeyi uzak bir gezegende olması gereken bi r şeymiş gibi algılayan sakinlikte oturuyordu koltukta. Sorularıma karısı hemen atılarak cevap veriyordu. Adam orada değildi, onu birileri bir şekilde karşıma getirip oturtmuştu.

Odadan çıktılar sonra. Anlatılanları yarım yamalak anlayan yüzlerce, binlerce, milyonlarca insana mutlaka anlamaları gereken ama kendi dünyaları ve algılarının çok dışında olan bir yığın kavramı, basite indirgemiş de olsam hap gibi tıkıştırmanın yorgunluğu ve bıktırıcılığından bir anlığına kopup kendime dönmek üzereyken, kapı aralandı. Kadın başını uzattı, ürkek gözleri gözlerimi aradı, yavaşça konuştu. “O kızını kaybetti de…”  “ ??  Başınız sağ olsun.”

Ne diyeceğimi fazla bilemeden, silkinip dikkatimi verdim. Kadın bir adım daha girdi içeriye. “Bir gözleri kaldı. Onları da kaybetmesin bari.”  Ölen kız onun kızı değildi sanki. O adamın kızıydı yalnızca. Yalnızca o adam o kızı seviyordu. Yalnızca adam onun kaybedilmesinden yıkılmış da kendini toparlayamamıştı. Kadın çocuklarına baktığı gibi adama da bakmak, onu toparlamak, ayrıca kendi yasını tutmayı bile erteleyip ayakta durabilmek zorundaydı.  Ölen onun kızı değildi sanki.

İçim acıyarak baktım. Kadının duyguları bile adam üzerinden aktarılıyor, ona malediliyor, sonra anlatılıyordu dışarıya. Kendi duyguları olmamasına, olsa da hiçe sayılmasına ne kadar alışkındı… “Kızını kaybetti” diyordu kadın. İçim acıyarak baktım.

Elif duyguları olsun istemişti. Birileri onu duysun istemişti. Sessiz çığlıkları içinde hapis kalmıştı, kimseler duyamadan sustular.

Elif kendi olmak istemişti yalnızca. Yalnızca kendi olmak.

 

S. Füsun 11 Aralık 2012

 

 

Akasya Ağacı

 
robinia-pseudoacacia-yalanc-akasya,-saksda_450x600_9860980.jpg

Aurası yeşil varlığıyla gözümün önündeydi ama kendi yoktu.

 

Evin otoparkına arabamı parkettim. Biraz daha kolay olmuştu nedense, bir şey eksikti  ya da bir şey fazlaydı. Kafamı kaldırdım: Akasya ağacı ! Yerinde yoktu. Kalbime bir bıçak saplandı. İçimde derin bir acıyla yerime çakılıp kaldım. Her gün balkonumdan seyrettiğim, gölgelerini fotoğrafladığım, dibinde yetişen naneleri topladığım akasya ağacı yoktu. Çok büyük bir şaşkınlık, isyan, çaresizlik doldurdu içimi. Çok büyük bir utanç. Burada bu insanlarla yaşamaktan utanıyordum. İnsan olduğumdan da. Ağacı, doğayı bu kadar sevmeyen, bu kadar kaba ve duygusuz insanlardan biri olmak acıtıyordu. Onlardan biri değildim ama işte ağaç yoktu artık. Ağacın adına acı çekiyordum. Terkedip gitmek istiyordum burayı. İçimdeki isyanı kimselerle paylaşamadan, acımı dindiremeden, anlatamadan… Arabada kaldım. Bir süre onun yasını tuttum sessizce. Gözyaşlarım içime aktı. Onunla yaşadıklarımı, onunla yaşayanları düşündüm. Ağacın geçmişini, ağacın yaşadıklarını düşündüm….

Üzerindeki tüm güzellikleriyle ağaç yok olmuştu. Üzerinde yaşayan böceklerle, dallarına konan kuşlarla, tüm florasıyla, yemyeşil yapraklarıyla, üzerindeki çatlaklarla, minik kovuklarla, baharda açan çiçekleriyle, verdiği oksijenle, gölgesiyle…  Yok olmuştu. Yok edilmişti aslında. Onun bize verdiklerine değer vermeyen birileri tarafından yok edilmesine karar verilmişti. Suçsuz birini ölümle cezalandırmak gibiydi. Yeryüzünde bize tanrının verdiği güzelliklerden birini hoyratça yok etmek gibiydi. Bir ağacın dünyanın yedi harikasından farkı yoktu aslında. Tekrar yapılamazdı…

Uzun uzun arabada oturdum önce, başım önümde. Sonra eve çıktım, kapının kilidini çevirdim, pencereye doğru yürüdüm, sonra kendimi tuttum. Pencereden bakmak acı veriyordu. Şimdi o ağacın bulunduğu yerde bir boşluk vardı. Aurası yeşil varlığıyla gözümün önündeydi ama kendi yoktu. Yalnızca yerde toprakla doldurulmuş bir çukur vardı artık ve arabam o çukurun üzerinden her geçişinde yalnızca rahatsız edici bir sarsıntıyla anımsayacaktım ağacı.

Akasya ağacı otoparkın tam ortasındaydı. Arabaları park edereken birazcık dikkatli olmak gerekiyordu. Birazcık manevra alanını küçültüyordu. Üstelik de çok bitkin olduğum bir gün kuzenimin şaşkın bakışları arasında geri manevra yaparken arabamın arkasını fena çarpmış, düzeltmeye çalışırken de yandaki arabaya çarpmaktan kıl payı kurtarmıştım. Ama ne o zaman ne de başka zamanlarda ağacın yok olmasını istemek aklımın ucundan bile geçmemişti. Evimi villa tadında kullanıyor olmanın bir parçasıydı ağaç. Üzerinde yuvalanan kumrular, çirkin sesleriyle kargalar ve minik serçelerden oluşan görünen ziyaretçileri vardı. Bir de görünmeyecek kadar küçük olanlar...

Balkonumdan yapraklara bakardım uzun uzun. Oval, yumuşak, küçük, simetrik... Baharda salkım salkım beyaz çiçeklenen dalları görünürdü. Son iki kıştır karlar kaplıyordu dallarını. Mevsimlere direnmiyordu ağaç. Bizim için her daim bir başka dekor, bir başka renk yaratıyordu. Arabalarımızı gölgesinde gizliyor, küçük bir esintiyle serinletiyor, oksijen yayıyordu. 50 yıldan fazla oradaydı. Otoparktan önce de vardı, sonra da. Bazı kez yaramaz kedi yavrularına sığınak oluyordu, bazı kez kuşları kovalayan kedilere oyun bahçesi.

O sonsuzluğun bir parçasıydı. Bir başka kurumuş ağaç kesilirken, balta ona da değdi. Onu aldı götürdü. Birkaç saatte belki de bir asır yok edildi. Bir doğa parçası daha kirlenmiş beton ve metalden oluşan yığınlara teslim edildi. Terminatör gibi. Lizbon hayvanat bahçesindeki  tabela geçti aklımdan: “Doğaya ve hayvan nesline en fazla zarar veren canlıyı görmek istiyorsanız kapağı kaldırın” yazısı, ve kapağı kaldırdığınızda karşınıza çıkan bir ayna. Siz!

Evet biz. Duyarsız, sevgisiz, basit ve çözümsüz.

Biz. Kendi yarattığımız yığınların altında kalmayı hak eden, öğrenmeyen, gelişmeyen ve düşünmeyen biz. Akın akın geldiğimiz bu şehrin asıl sakinlerini yok eden, hoyrat ve yıkıcı biz, yarattığımız güzel kafeslerin içinden çıkmak istediğimizde gidecek yer bulamayacağız yakında. Nefes alabilecek bir yer. Huzur verecek bir ağaç gölgesi. Serinlik...

Beton kalıpların arasında süs olsun diye açılmış çukurcukların içine ithal çiçekler dikip doğayı arayacak, evlerimize plastik çiçekler koyacak, pencerelerimize pahalı perdeler takacak, ama balkonlarımıza bir saksı çiçek koymayı akıl etmeyeceğiz. Doğanın bir parçası olduğumuzu, ancak onunla mutlu olabileceğimizi, çiçeksiz, hayvansız, ağaçsız, susuz bir yaşamda depresyon ve ruhsuzluk sarmalı içinde dibe vuracağımızı bir an bile düşünmeyeceğiz. Sonra bu şehrin gürültüsü ve kalabalığından kaçıp bir aylığına “köylerimize” sığınacağız yenilenmek için. Elimizdeki güzellikleri görmeden, değer vermeden, sevmeden ve saygı duymadan.

İşte akasya ağacının ne kadar büyük ve onu kesenlerin de ne kadar küçük olduğunun yazısı. İnsan olmanın ya da olmamanın yazısı. İçimi dolduran acının ve öfkenin yazısı.

Akasyaya ağıt bu...

Saygıyla...

 

S. Füsun 11 Aralık 2012